Gökyüzüne dikmişti gözlerini. Aslında dışarıdan baksanız bu insanın herhangi bir şey düşündüğüne bile inanmazdınız. Öyle boş bakıyordu. Canı sıkılmıştı, gökyüzü karanlıktı.
-İlk günümdü bugün, dedi yattığı yerden. Yeniden başlamıştım yaşamaya. Her şey çok güzel başlamıştı.
Gözyaşı ha düştü ha düşecek. Göz bebekleri derin bir gölün içinde gibiydiler.
-Hayır, diyordu, anlaşmamız böyle değildi. Dün gece bir anlaşma yaptık. Beni almaya geldiğini düşünmüştüm, hazırdım da gitmeye fakat bu ziyaretin başka türlü olduğunu söyledin. Beni biraz daha yaşamaya ikna ettin. Aksi halde işlerinin zorlaştığı ve sıkıntıya yol açtığım gibi şeyler zırvaladın. (Bunları tıpkı kandırılmış biri gibi hızlı hızlı söylemişti.) Dün hazırdım ama bugün... Hayır bugün olmamalıydı.
Yutkundu, ona bakmamaya çalışıyordu.
-Çok mutluydum aslında. (Bunu söylerken kızdı kendine, aptal, diyordu, aptal, nasıl anlamadın?)
İşte gerçekler bir tokat gibi vurmaya devam ediyordu yüzüne.
-Gökyüzü bile simsiyah tek bir yıldız görünmüyor. Ölürken bile, diye geçirdi içinden, bu dünya bana torpil geçmiyor. Yüksek bir binanın çatısında tek başımayım. Oysa daha bu sabah uyandığımda içimde tüm evrene yetebilecek bir umudum vardı ama sen beni tıpkı bir kalleş gibi avladın. Ömrüm boyunca seni beklemiştim, hep aklımdaydın sana karşı koymayacaktım, tek bir gün unuttum.
Gözyaşı, yatağını bulmaya çalışan bir nehir gibi yüzünde önce hızlı sonra yavaş yavaş ilerliyordu. Kanının kokusunu almaya başladı. İşte gerçek bir adım daha ileri gitmişti. Şimdi okuduğu bütün kitaplar, izlediği tüm filmler, yürüdüğü yollar, sevmediği bütün insanlar öylece geçip gidiyordu gözlerinin önünden beyaz bir tül gibi.
-Yine bir yerlerde mutlu olmanın bir yolunu bulmuşlardır, dedi sevmediği o insanlar için.
İnanın insan hiç değişmiyor. Gülecek gibi oldu, nefret duygusunun ölürken bile yakasını bırakmamasına o da şaşırmıştı. Ama gülmedi, tam tersi, yüzüne bir burukluk ve ciddiyet yerleşti.
-Ölüyorum, dedi; ne garip, yaşadığımı hiç hissedememiştim oysa. Neyi beklediğimi bilmeden vakit öldürüyordum, kimseye bir zararım olmamıştı. (Hâlâ iyi biri olmakla böyle bir ölümü hak etmek arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyordu.)
Size söylemiştim, insan hiç değişmiyor. Bir türlü öğrenememişti bazı şeyleri; insanın bazen kötü şeyleri hak etmese de yaşayabileceği gerçeği mesela. Kitabım, diye düşündü, acaba nasıl bir sonla bitiyor, yazık oldu. Birçok şey gibi o da yarım kaldı. Düşündükçe daha da canı sıkılıyordu. Ölüm tam olarak böyle bir şeydi. Her şeyin yarım kalması.
“Yanılıyorsun.” dedi yanı başından. “Aslında bu ilk defa olmuyor, ölümün yani. Dün gece zaten ölmüştün iyi hatırla.”
O sırada düşünmeye başladı, böyle bir şey olsaydı mutlaka yazardım, dedi kendi duyabileceği kadar kısık ve şüpheli bir sesle. Melek,
“Evet, biliyorum.” dedi. (Sıkılmış gibi bakıyordu.)
Sakın dün ölmüş olmayayım, diye telâşlandı bir an. Sonra hemen toparlandı.
-Hayır iyi hatırlıyorum, hem yazmadım da hiçbir şey. Beni kandırmaya çalışıyorsun!
Kanının izi uzunca bir süre geçmeyecekti o beton zeminden.
“Kandırmıyorum, beni oyalamaya çalışan sensin. Tüm bu olanları kendi elinle yaptığını az önce kaydettim ama sen istersen inkâr edebilirsin.” dedi melek.
Kalkıp suratına bir yumruk patlatmayı o kadar isterdi ki... Fakat buna ne mecali vardı ne de zamanı. Ona tuzak kurduğu yetmezmiş gibi bir de ölümünden onu sorumlu tutuyordu.
-Madem dün ölmüştüm şimdi burada işim ne? Bütün gün yaşadıklarım, demin patlayan silah bir hayalden mi ibaret? dedi.
“İnandırıcı olması gerekiyordu. Ben de bu yüzden sana yetecek kadar, daha doğrusu bir gün kadar bir zaman ve can parçası bıraktım. Bugün ölümü düşünmeyeceğini biliyordum… Böyle olması gerekiyordu, sen istediğin zaman gelmemin pek bir anlamı yoktu.” dedi. Asla güven vermeyen alaycı bir sesi ve tavrı vardı.
Şehrin gürültüsünü duyuyordu. Caddenin başından gelen bir ambulans sesi bu gürültüden ayrılıyordu. O sırada tam da zihnini okumuş gibi,
“Senin için değil.” dedi melek.
Bu kadar sinir bozucu olmasına artık aldırış etmiyordu. Nefes alıp vermesi iyice yavaşlamıştı.
-Filmlerde böyle olmazdı yani mutlaka yaşardım, dedi, eğer bu bir film ya da başka bir şey olsaydı.
Onu kurtaracak kimsenin olmadığını biliyordu. Nasıl söylesek, kendini kandırmaya çalışıyordu ve bir bakıma ölümünü kabullenmiş görünüyordu. Aslında içten içe seviniyordu. Sonunda yıllarca damarlarında bir zehir gibi akan kan onu terk ediyordu. İçine bir rahatlama ve huzurun geldiğini söylese yalan olmazdı.
-Sana kötü bir haberim var, dedi, ne kadar uğraşsan da istediğin gibi olmadı. (Gülümsüyordu.) Hiç korkmadım ve mutluyum şimdi, daha ne isterim?
Melek onun bu dediklerine aldırmadı.
Gözlerini usulca karanlık gökyüzünden aldı, gerçekten mutluydu. Sebebini o da bilmiyordu. Belki de ölümü kurtuluş olarak görenlerdendi, kim bilir?