Az sonra yeni bir yıla girişin ilk adımını atacağız. Keşke hiç gelmeseydim buraya. Hata ettim. Ne vardı sanki evimde kutlasaydım. Gelip de onların nasıl koklaştığını görmeseydim. İçip içip saçmalamasaydım tüm gece. Ablamı yani beni büyüten kadını kimseyle, özellikle de o herifle paylaşamadığımı herkese tekrar tekrar belli etmeseydim. Ne çıkardı?


Ben küçükken de gelir, birkaç gün kalır sonra uzun zaman görünmezdi. Ama ne zaman, geleceğinin haberi yayılsa evin içinde hepimizi bir telaş sarardı. Ablamın öz kızı, o zamanlar on yedi yaşlarındaydı. Annesiyle yarışırcasına sürünüp boyanırdı.

“Niye o komik şeyi sürdün dudağına?” dediğim zaman beni tersler “Defol başımdan sığıntı!” derdi.

Kendi kendine daha önce hiç duymadığım şarkılar mırıldanırdı. Ablam da kızından aşağı kalmaz, vücut hatlarını en güzel gösteren siyah elbisesini geçirirdi üzerine. Kapı çaldığı an ikisi birden fırlardı ayağa. Bense ellerimi göğsümde kavuşturup kaşlarımı kollarıma saklardım.

“Ne var ne yok gülüm?” Başını ablamın kızına çevirir, “Ooo, kız, kocaman olmuşsun sen. Ananı geçmişsin şimdiden.”

Ablamın kızı, allaşmış yanaklarıyla gözlerini kırpmadan manalı şekilde Behçet’e bakardı. Çocuk aklımla anlayamadığım şeyleri ablam sezmiş olacaktı ki kızını olabildiğince uzak tutmaya çalışırdı Behçet’ten.

Geceleri kahkaha sesleri çınlatırdı evin rutubetli duvarlarını. Ablamın kızı, üçer beşer yastıkların arasına gömerdi başını. Sesler gittikçe şiddetlenirdi o anlarda. Sabahları kahvaltı masasında ablamla Behçet, birbirlerine bakıp bakıp gülerlerdi. Ablamın bluzunun düğmeleri mahsustan açık unutulurdu. Bana dönüp “Ne haber delikanlı?” der, cevabını beklemeden ablamın kızının bacağının üzerine elini bırakırdı. Her sabah tekrarlardı bu sorusunu. Ablam çok içerlerdi Behçet’in eline.


Behçet’in olmadığı zamanlar bir belirsiz boşluk gibi gelirdi bizlere. Yeniden çıkageldiği gün ise elinde çiçek ve çikolata vardı. Ablam ne kadar diretse ne kadar ağlayıp feryat etse hatta düğmelerini toptan çözse de kar etmemişti. Behçet, ablamın kızıyla evlenmeye kararlıydı. Kısa süre içinde evlendiler de. Evde bu evliliğe tek sevinen bendim sanki. Gelin de damat da ablam da surat asıyordu. Artık kahvaltılarda kimse kahkahalara boğulmuyor, bana hep aynı soru sorulmuyor, ablamın kızının değil bacağına, eline bile dokunulmuyordu.

Bir gün dayanamayıp sordum:

“Abla, Behçet abiler neden mutsuz?”

“O nasıl söz ablam? Mutlu onlar gayet. Hadi git içeriye de ödevlerini bitir. Bana sen bakacaksın unuttun mu?”

Zaman geçtikçe ablamın kızını kendi kendine konuşurken ya da kirli çamaşır kutusundaki çamaşırları üzerine üst üste giyerken yakalar olmuştum. Mutfaktaki çöp poşetlerini karıştırıp yemek artıklarını da yediğini gördüm. İnanılır gibi değildi. Ablama söylemeli miydim yoksa söylememeli mi? Ya bana inanamazsa, ya geç içeriye de ödevlerini bitir derse? Bu evde zaten başka bir şey konuşulmazdı ki benimle. En iyisi bir süre daha izlemekti. Olmazsa ablamın kızıyla konuşurdum. Neden böyle şeyler yaptığını sorardım. Geceleri Behçetlerin odasından tuhaf sesler gelirdi.

“Sus! Bizi rezil mi edeceksin? Lan kapa çeneni!”

Kurt uluması gibi tuhaf sesler çıkarırdı ablamın kızı. Ablam, dehşetle odalarına girer, fokurtulu anlaşılmaz sözcükler sıralardı. Hepsini odamın kapısına dayadığım kulağımla duyardım. Artık sabahları kahvaltı masasına oturmaz olmuştu ablamın kızı.

“Abla, kızın neden yemiyor?” diye sorduğumda,

“Çabuk bitir kahvaltını da okula geç kalma. Sen kurtaracaksın ablanı unuttun mu?” derdi ablam.

Okula gitmek için sokağa çıktığım bir gün, çantamı odamda unuttuğumu fark edip almak için geri döndüğümde ablamla Behçet’i fısır fısır konuşurken yakalamıştım.

“Aman canım, düşündüğün şeye bak! Önemli mi bu kadar hayatım? Ben varım burada!”

“O iş o kadar basit değil işte! Kim ister gece yarısı kurt gibi uluyan, çöplerden topladığını yiyen, kokuşmuş kirli çamaşırları üzerine geçiren bir manyakla evli kalmak?”

“Sakin ol Behçet’im. Babası da tuhaftı. Belli ki ona çekmiş. Hiç böyle değildi ya eskiden. Evlendikten sonra oldu inan bana. Yine eski günlere dönsek ya. Ne çok özledim seni bir bilsen.”

Ablam, yüzünü iyice yaklaştırmıştı Behçet’e. Bir anda koltuğun üzerine devrildiler. Orada olduğumu fark ederler diye kılımı bile kıpırdatamıyordum. Uzunca bir süre beklemek zorunda kaldım. Çok kızmıştım Behçet’e. Ondan fazla da ablama. Ne olurdu sanki sadece bana saklasaydı sevgisini?


Behçet bir gün eşyalarını toparlayıp usulca ayrılmıştı evden. Ablam yine ayaklarına kapanmış gitmemesi için yalvarmıştı. Ama nafileydi. Ablamın kızı, yüzünde sinsi bir tebessüm, sonunda kurtulduk der gibiydi. Behçet’in gittiği günün ertesi, ablamın kızı, birdenbire eski günlerine dönüvermişti. Ablam ona kızıp duruyordu:

“Kız senin kocana garezin mi var? Gül gibi adamı kaçırttın evden. İyi mi ettin?”

Ablamın kızı sanki hiçbir şey olmamış gibi anlamsız gözlerle uzun uzun bir ablama bir de bana bakıyordu. Aceleyle iki lokma attığı ağzını, elinin tersiyle silip kendisini sokağa atıvermişti. Ablam anında yerinden fırlayıp:

“Kalk çabuk kalk. Nereye gidiyor görelim. Kaçırmayalım. Çabuk!”

Ablamın kızı önde, biz arkada, yağan yağmura inat sokakları adımlıyorduk. Neredeyse şehir dışına gelmiştik. Birden durmuştu ablam. Anlamıştı sanki nereye geldiğini kızının. Bir mezarlık çıkıverdi o an karşımıza. Ablamın kızı, mezar taşına dayanıp uzun ve hararetli cümleler kurdu. Uzakta olduğumuz için duyamıyorduk ne konuştuğunu. Biraz daha yaklaşmamızı söyledim ablama. Mezarın tam karşısında bulunan ağacın ardına saklanmış dinliyorduk.

Ablamın kızı kıkır kıkır gülmeye başlamıştı. Hayretle birbirimize baktık.

“Hadi baba sen de ye.” deyip yerden aldığı bir avuç toprağı boşluğa gizlenmiş birine uzattı. Ardından yerden bir avuç toprak daha alıp iştahla yemeye başladı.

Ablam, çığlığını daha fazla tutamayınca orada olduğumuzu anlayan ablamın kızı, hiddetle mezar taşından kalkıp koşarak uzaklaşmıştı. Eve döndüğümüzde bahçe girişinde üstü başı çamurlu halde otururken bulmuştuk onu.

“Kızım sen aklını mı kaçırdın? Ha konuşsana köpek soyu!” deyip evire çevire dövmüştü kızını, ablam. Ama onca dayağa gıkı çıkmamış eve girer girmez çöpteki artıkları midesine indirmişti.

“Konuş, bir şey söyle!”

“Ben babamla konuşuyorum.” Tek bir cümle çıkmıştı küflü ağzından.

“Kız sen ne diyorsun? Kafayı mı yedin?”

Gayet sakin ve ablamdan daha aklı başında gözüküyordu:

“Duydun. Babamla konuşuyorum dedim.”

“Kız, senin baban öleli on sene oldu!”

O kirli haliyle yatağına girmişti ablamın kızı ve yıllarca ne yaptıysak uyandıramamıştık onu. Horultuları mahalleyi sarsmıştı. Aradan geçen zamanın sonunda bir gün, bahçe kapısı açılmış ayak sesinden Behçet’in geri döndüğü duyulmuştu.

“Gülüm, ben geldim.” Bana dönüp: “Ne var ne yok delikanlı?”

Ablamı da beni de eski günlerde bıraktığı gibi bulmuştu Behçet. Görmüyordu bizdeki değişimleri. Ablamın kırlaşan saçlarını, benim uzamış boyumu.

Ablamın kızı, Behçet’in sesini duyar duymaz sanki beş dakika önce şekerleme yapmak için yatmışçasına kalktı yatağından. Üzerinden, kalıplaşmış çamuru bir çırpıda elinin tersiyle çıkarıp attı.

“Babamla konuştum. Behçet, sen tanır mıydın babamı?”

Behçet bir anda kıpkırmızı kesilmişti baba sözcüğünü duyunca.

“Ben senin babanı ne tanırım ne bilirim. Ben annenin arkadaşıydım unuttun mu karıcığım. Hem bak sana ne getirdim. Seversin diye bir kilo çamurlu toprak.”

“Babam öyle söylemedi ama bana.” Hem konuşuyor hem de bir yandan gelen hediyesini yiyordu. “Babam her gece gelir yanıma. O gelemezse, bazen hava şartları zorlayabiliyor, o zaman ben gidiyorum onu ziyarete.”

Fark ettiğim bir şey varsa o da ablam ve ben hariç herkes olduğu yaşta kalmıştı. Yani ablamın kızının derin uykuya dalmadan önceki yaşta. Niye sadece ikimiz yaşlanmıştık anlayamamıştım. Dehşetle gözleri açılan Behçet, ablama bakıyor, bir açıklama bekliyordu.

“Rezil köpek. Sus! Sus diyorum sana. Tek kelime daha etme!”

“Niye anne, babamı nasıl delirttiğinizi herkes duyar diye mi korkuyorsun?”

“Kapa çeneni! Senin baban doğuştan deliydi. Sen de öylesin. Bak! Babana çekmişsin işte!”

Duyduklarım karşısında aklımı kaçırmamak için zor tutuyordum kendimi. O gece uyumayıp ablamın kızının babasının gelişini ben de beklemeye başlamıştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir tıkırtı duyuldu. Ablamın kızı, yatağından fırlayıp boşluğu kucakladı ve hıçkırıklara boğuldu.

“Baba, kimse bana inanmıyor. Canım babacığım, canım. O adamla evlenerek hayatımın en büyük hatasını yaptım. Annem olacak şeytan nasıl kıydı sana? Söylesene nasıl?”

Görünürde hiç kimse yoktu. Bir hayalet göreceğim diye boşuna heves etmiştim. Tam odama dönüyordum ki ablamın kızı seslendi:

“Sığıntı! Demek sen bana inanıyorsun. Gel, yaklaş, korkmana gerek yok babamdan. İşte bak!”

Boşluğu işaret ediyordu. Ama aklıma bir oyun gelmişti. Oynamaya başladım.

“Merhaba efendim.”

“Ne, nasıl yani sen de babamı görüyor musun? Konuşsana sığıntı?”

“Evet, görüyorum. Tam karşımda duruyor.”

“Peki, söylesene neye benziyor babam?”

Bir süre düşündükten sonra:

“Üzerinde siyah bir takım elbise var. Anlaşılan öteki tarafta bile kendisine özenen biri.”

“Hayır, yalan söyleme! Babam hep pijamalarıyla gelir bana.”

“Demek ki sadece sana öyle gözüküyor. Kızı olduğun için.”

İkna olmuşa benziyordu. O gece ablamın kızıyla uyumuştum. Kocaman bir delikanlıya dönüşsem de kimse bunun farkında değildi. “Sığıntı, sütünü içtin mi?” diyerek uykuya dalmıştı ablamın kızı. Ertesi sabah uyandığımda yanımda değildi. Evin her yanını telaşla aramıştım. Sonunda ablamın odasına girmek zorunda kaldım. Ak saçlarının görünmezliğinde, Behçet’le koyun koyuna yatıyordu.

“Ne var ne oldu delikanlı?” demişti Behçet.

“O, yok. Kayboldu.”

Günler, aylar, yıllarca aramıştık ablamın kızını. Ama geriye tek bir iz bile bırakmadan bir anda yok olmuştu sanki. Ama sadece ben, her gece görüyordum onu. Bu sırrı herkesten, başta ablamdan saklıyordum. Bunu benden kendisi istemişti.

“Bana bak sığıntı! Eğer birine bir şey söylersen çok kötü şeyler olur. Anladın mı?”

Anlamıştım. Susacaktım ve ablamın kızı sıkılıp gidene kadar ona katlanacaktım. Gerçekten her gece eve mi gelirdi yoksa dediği gibi bir hayaletin gölgesi miydi emin olamazdım. O eve artık katlanamadığımı anladığım bir gün, ablamı, Behçet’in kollarında terk edip gittim.


Bu yılbaşı eğlencesine davet edilene kadar uzun zamandır görmemiştim onları. Şaşırtıcı bir biçimde Behçet’in hiç değişmediğini, hep aynı kaldığını, sadece gittikçe bir ölünün yüzünü andıran beyazlığa büründüğünü fark ettim. Ablam neredeyse yere yığılacak halde ama anlaşılan hala Behçet’e o günlerdeki haliyle gözüküyor. Ne kadar içsem de bulanıklaştıramıyorum zihnimi. Aksine her şey net bir hal almaya başladı. Ablamla Behçet iyice sokuluyor birbirine. Elimdeki şişeyi, Behçet’in tepesi açık kafasına geçirmeye hazırlanıyorum. Elimi havaya kaldırdığım an karşımda ablamın kızını görüyorum.

“Aferin sana sığıntı, ilk gün yapman gerekeni anca yapmaya karar vermişsin!” diyerek bağırıyor.

Benden başka duyan gören var mı diye göz gezdiriyorum etrafıma. Herkes dans edip kahkaha atıyor. Ve büyük bir gürültü kopuyor, gökyüzünde havai fişekler patlıyor. Koridorun solundaki kapıdan içeriye, yeni yıla girdiğini görüyorum ablamın kızının. Koşarak peşinden gidip aramaya başlıyorum onu, yılları geçerek.