Sevgili Ceset,

Seninle biraz sohbet etmek istedim. Bu aralar, uyandığım sabahlarda sana çok benziyor oluyorum. Midemin öfkeli isyanını bastırmak için yemek yiyor, kaçmak için yürüyor, insanlar iğrenmesin diye yıkanıyor, gözlerim yorulsun da uyuyabileyim diye okuyor, gün yirmi dört saat diye vakit geçiriyor ve sanki sadece ölmediğim için yaşıyorum. 


Seninle biraz sohbet etmek istedim; çünkü seninle ilişkimi sonlandırmam gerekiyor. Tezatlardan doğan gelişmeler, konu sen olduğunda işe yaramadı ne yazık ki. Aslında yanılıyor olabilirim. Senin kireç gibi beyaz bakışların ve zift gibi kara gözlüklerin, olduğum yerde durmam ve arkama dönüp tabanları yağlamam gerektiğini hatırlattı. Gitmeden önce senden, senin için istediklerim var.


Biliyorum, sen bir cesetsin. İki elinle kahve kupasını kavrayıp, o sıcaklığı hissetmek ve içtiğin her yudumda yemek borundan geçen zevki hissetmek senin doğana aykırı. Senden bunu istemeyeceğim. Ya da… Bir çocuğun ilgi çekmek için ağladığını gördüğünde, bu ihtiyacını kavrayıp ve içinde hissedip sevgini ona sunmanı da beklemeyeceğim. Senden sadece Yin ve Yang’ı hatırlamanı rica edeceğim. Her ne kadar ölmüş de olsan, içindeki hayatın varlığını kabul etmeni dileyeceğim. Evet, her ne kadar onu beslemesen de ve ona işkence etmeye devam etsen de varlığını kabul etmeni…


Ölümün ve yaşamın keskin çizgilerinin olmadığını sen de biliyorsun. Baksana. Bedenler ölürken isimler inatla yaşamaya devam ediyor. Eline aldığın şu kitap… O kitabın her kelimesini, noktalarını ve imlasını zihninde yaratan bir beden vardı, öldü. Ama o kelimeler, o düşünceler, o isimler onları okuyan, seslendiren, dinleyen her insanda en baştan diriliyor. Bu büyük bir kudret değil mi senin için? Mucize değilse de en azından ölümsüzlüğün büyüsü bu. Biliyorum. Ölümsüzlüğü de aptalca buluyorsun; çünkü insanların, yaşamın hakkını asla vermeyeceğine inanıyorsun.


Sevgili Ceset, eğer bir cümlen varsa bu dünyada bıraktığın, bir enstrümanın doğurduğu sese ebelik yaptıysan, bir tuvalde amansızca tepindiyse fırçan, bir taşa can verdiysen… Ölemiyorsun. Düşünen beyinler ve üreten isimler için ölüm yoktur bu dünyada.


Bazen organlar iş yerlerinden istifa ederler ya da patronları onları kovar. O zaman da bedenler, toprağın dönüştürücü gücüne sunulur. Ruhlarsa bedenleri bu süreçte asla yalnız bırakmaz, her daim refakatçileri olur. Bir zamanlar evi olan etlerinin, kemiklerinin, ciğerlerinin, ayak parmak uçlarının doğaya nasıl karıştığına şahit olur. Ruh bundan hoşnuttur; çünkü bilirsin, bazen yeni bir eve taşınmak gerekir. 


Sevgili Ceset, bu sır aramızda kalsın ama senin onlardan bir farkın var: Bedenin henüz doğayla buluşmadı, ruhun hala evinde. Sadece onu bir odaya kilitledin, küstürdün belki de. 


Defalarca, defalarca, defalarca kilitlediğin o kapının açılmaması için kimsenin olmadığı yerlerde bile, kendinden geçercesine vücudunun kıvrılmasına izin vermedin. Ruhunun, kulağını kapıya dayamasını sağlayan o şarkıyı söylemedin. Balkona çıkıp gözlerini kapatarak rüzgarın seni öpmesinden kaçındın. Giysilerin kirlenir diye çamurun içine batmadın. O resme birkaç dakika bile bakmadın. Çocuk sesleri duyduğunda kulaklarını kapadın ve kendi yüzüne bir kez bile şefkatle dokunmadın.


Sevgili Ceset, benden bu kadardı. Senin de Yang’ına izin vermen ümidiyle ben ruhumu kapattığım odanın kapısını kırıyorum. Kırıyorum; çünkü bir daha kilitlememek için bazı kapıların kırılması gerektiğine inanıyorum.


Sevgili Ceset, hoşça kal. Ben evime dönüyorum.


Kucak dolusu yaşamımla,

Benliğin.



Film: Requiem for A Dream (2000)