Sabah alarmın çalıp uykumuzu delerek ayılttığı ve hayat ile her gün yeni bir yarışa başladığımız herkesin malumu. Her gün yapılan kahvaltı, düzenli olarak gidilen iş, eğitim hayatı, mesai saatinin bitişi ile trafikte geçen saatler, eve dönmek için bile çekilen çileler, alınan bir kötü habere bile yorgunluktan dolayı adamakıllı üzülememe, akşam yemeği yeme ve biraz şanslı isek içilen bir kahve ile üç yüz altmış derece bölünmüş bir dönencenin üç yüz altmış beş kere tekrarlanması ile geçen uzun soluklu örüntülerden ibaret gibi. Bu yazımı bu döngünün içinde sıkışmış olan ve bir nefes arayan, duygularını hatırlayamayacak kadar yorgun olan ve hayatlarının yirmi dört saatten ibaret olduğunu düşünenlere ithafen yazıyorum. Sizi yirmi beşinci saatin en yoğun lezzetlerini tattırmak üzere kısa süreli bir yolculuğa çıkıyorum. Bildiğiniz bütün zaman kavramlarını unutun, sizi siz yapan zaman boyutuna götürüyorum.


Bir cumartesi günü. Hava ağlamaklı, gökyüzü biraz kızgın. Kötü geçmiş bir cuma gününün ardından "seni yalnız bırakmam" diyen bir güne uyandım adeta. Acelece birkaç bir şey atıştırdıktan sonra kendimi sokağa atmak için elimi yıkayıp tokaları ahşap olan demir ayaklı askılıktan anahtarımı ve montumu giyip hızlıca ceplerini yokladım, her şey tamamdı ama montun içindeki bedende galiba ruhtu eksik olan. İç çektim, şifonyerin üstünden sigaram ile birlikte sigara paketimin üzerinde duran yeşil kısa çakmağımı da avucum ve parmak uçlarım ile kavrayıp montumun iç cebine koydum, kapıyı açtım, ayakkabılarımı arka tabanına basarak giydim, ardından parmağı kerata gibi kullanıp topuğuma oturtmaya çalışırken sendeledim ve düştüm.

Bizim komşumuz var, Aslı abla, onun altı yaşında bir çocuğu var. Adı Ayliz. Ufak elleri ile yardım uzattı adeta bana. Kalk, dedi olduğun yerden. Bu kadar karanlık dünyada ışık gördüğüm nadir anlardan biri idi. Teşekkür ettim, tebessüm etti ve yaşından beklenmeyecek bir nezaket ve asillik ile "rica ederim" dedi. Uzun zaman sonra tebessüm ettim. Aslı ablaya da teşekkür ettikten sonra her gün inerken koşarak indiğim, çıkarken hızlı bitsin diye sürekli saydığım otuz dört basamağı -hatta bazı basamakların oyuntusuna kadar bilirim; mesela yedinci basamağa ben çekiç düşürmüştüm, birinci basamağa kalbimi, otuz dördüncü basamağa da bedenimi düşürmüşlüğüm vardır- hızlıca inerek kahverengi olan demirden, yarısı pas tutmuş, camının yarısı kırık olan kapıyı açarak kendimi sokağa attım.


Anlık bir karar değişikliği ile sakin bir yere gidecek iken kendimi en kalabalık caddesinin içine attım. Epik bir filmdeki savaş sahnesi gibi insanlar ile omuz omuza vura vura yol almaya çalıştım. Kimi zaman cadde başındaki dönercinin kokusu ile mest oldum, kimi zaman da Sezen çalan bir sokak şarkıcısının ezgileri ile kahroldum. Kalabalığı yararak sürekli yürüme isteğim büyük bir yorgunluk yarattı ve kendimi ilk gördüğüm -solumda bir yerdi; kalabalık uzun caddenin sol tarafında kalan, girişinde dört basamak olan, beyaz ahşap kapısı olan, eskiden plak, kitap satan Rum bir amcanın olduğunu öğrendiğim yapı idi- yere attım. Eski, elle döküldüğü bariz olan dört basamaklı girişin üçüncü basamağına oturdum ve sürekli koşuşturmacanın içinde olan insanları başımı iki avucumun içine alarak izlemeye başladım.


Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor; kimi telefonla konuşuyor, kimi müzik dinliyor, kimisi de köpüşünü gezdiriyordu ama o kalabalık hiç eksilmiyor, aksine mahşer kalabalığına dönüşüyor idi. O an bu kalabalığın içinde birisi vardı. Kırmızı montlu, sigarasını yeşil çakmak ile yakan 1.80 boylarında kumral biri. Yanında arkadaşları vardı. Elini tutan bir kız vardı. Yüzü gülüyor ama sağına-soluna bakmadan yürüyor idi. Gözüme takıldı ve gözlerim ile onun cadde boyunca hareketlerini izledim. Yazık, benim gördüklerimi göremeyecek kadar mutlu idi. Bu kişi sabah aynada gördüğüm kişi idi. Zamanın yirmi beşinci saat boyutuna geçiş yapmıştım artık. O insan mezarında kendimi bulmuştum. Hayattaki koşuşturmadan anlık olarak kendimi geri çekmiştim ve beni ben yapan, ileride kendimi kaybettiğim olayları sorguya çekecektim. O andaki bana bakılan bakışlara hiç bakmamışım. Yanımdan geçen birisinin hayatımı değiştirecek birisi olduğunu bile fark etmemiş ya da bir saat önce elini tuttuğum, çok iyi tanıdığım birinin bir saat sonra dünyanın en yabancı biri olacağının farkında bile değilmişim. Ya da cüzdanımı düşürdüğümde hızlıca eğilip onu alacak iken çarptığım birinin üç saniyelik zaman kaybı ile birazdan bir kavşaktan karşıya geçerken bir kaza sonucu öleceğini.


Bazı anlar bazı gecikmelere gebedir ve beraberinde neleri getireceği belli değildir. Tam işte bu, yirmi beşinci saat örneğidir. Nedeni olduğumuz sonuçlar bu zaman diliminin ötesinde yeni bir zaman dilimini icat etmeyi gerektirir. Ya da yol ayrımları. Bu da bu icadın içine girebilir. Mesela o gün, beni aradıkları zaman, işim var deyip iş yerine gitmek yerine orada kalmasa idim, elini tuttuğum insanın büyük bir ihanet sonucu el olacağını bilmeyecek, belki de şu an burada oturup bu satırları yazmayacak ve sürekli kandırılan bir ahmak gibi yaşamıma devam edecektim. Ya da en basitinden başka bir bölüm ya da şehri üniversite tercihi sırasında yapsa idim farklı insanlar, farklı olaylar; farklı bir hayatım olacak idi. İşte, bu yirmi beşinci saattir. Kendimizi sorguya çektiğimiz, kalabalık yalnızlığın içinden bir an sıyrılıp "acaba" diyerek farklı alternatifleri değerlendirdiğimiz an... Düşüncelerin en yoğun, metabolizmanın en ağır olduğu an... Hani uzaklara uzun uzun dalar, bir şey düşünür ama bir ses, hareket ile bozulup düşündüğümüz şeyin ne olduğunu unuttuğumuz andır yirmi beşinci saat. Ya da gıcırdayan, ileri geri harmonik hareket yapan sandalyemize oturduğumuz an gözlerimiz ile değil elimizde bir cisim ile haşır neşir olup sadece hayaller kurduğumuz o büyülü andır yirmi beşinci saat. Kalbimiz ile beynimizin ladese tutuşup hangisi ilk unutacak dediğimiz andır yirmi beşinci saat. Öyle bir zaman dilimidir ki yirmi beşinci saat; korktuğumuz, aklımızdan geçirmek istemediğimiz yaşanması muhtemel olaylar ile yüzleştiğimiz, şaşkınlıktan, korkudan ya da heyecandan surat ifademizin değiştiği andır yirmi beşinci saat.


Oturduğum basamakta saatim yelkovan kadar hareket etmiş, kendini 00.01'e devretmişti. Terazinin ağırlığı ile bedenimin ağırlığı denk gelince yerimden doğruldum. Evime yöneldim ve direkt yatağıma yattım. Yirmi dört saatten ibaret mahkum hayatına devam etmek için bir alarm daha kurdum.

Aklımda hala yirmi beşinci saat ve yeni bir yüzleşme hayali ile derin bir uyku için, bütün yaşadıklarımı yirmi beşinci saate emanet ettim...

Sevgi ile kalın.