Yıl iki bin yirmi,
Aylardan eylül, dokuz.
Sonbaharın sene-i devriyesi.
Yitik arzular mezarlığında resmin asılı sanıyorsun.
Mevsimler gelip geçiyor da
Yokluğun hâlâ kapımın önünde
Birbirimizden kendimize gidemeyişimiz gibi
Bütün gerçekliğiyle, capcanlı duruyor.
Sen yokken çürümenin kitabını yazamıyorum belki de
Ama deliliğin verdiği dayanılmaz kaygı; seni, en çocuksu hâlinle içimde diri tutuyor.
Sen gideli beri, pencere pervazlarımda çiçek yetişmez oldu.
Yaprağını döktü, kokusunu yitirdi saksıdaki.
Sen olmadan neler yapılır hiç bilemedim.
Avuçlarımdaki dikenleri temizledim gülü düşünerek.
Ağır yüklü bir kaybediş hikâyesi bu.
Çarmıha gerilse ayağı yerden kesilmez.
Bilmem nasıl diner içimdeki humma?
Sen, bir kuytu bataklıkta gibi,
Ya anlamıyorsan hâlimden
Ya anlam veremiyorsan
Neye yarar diyorum sana,
Yaşamımın öznesi olman...
Şu kalbim çürümüş olsa,
Hisseder miydim ağrısını, bilemem.
Kimim ben,
Belki her şey, belki hiç.
Beni görmek isteyenin yarattığı kefeden ibaretim.
Tek seferliğine farklı pencerelerden bak bana,
Yaşamımda yarattığın farkları göresin.
Beni gör,
Beni dinle,
Sana varmak için söylediğim şarkıları işiteceksin.
Sınırları içinde bulunduğumuz zamanın gözlerini bağladım.
Sana ulaşmak, seni görmek
Ezberimde tutmaya çalıştığım bir şiir gibi zor olmayacak.
Zihnimi bulandıran bir görüntüden ibaret olmayacaksın.
Yaklaşıyor bize büyük karanlık,
Tükeniş döngüsünün kısırlığına kurban gideceğiz,
Fakat evvela kalsın aklında,
Hafızamı yitireceğimi sanma,
Seni, belleğimin en derinine nakış nakış işledim.