"Daha dikkatli olmalısın."

 

Kuru dalların çıtırtısı tüm ormanda şiddetlenerek yankılandı.

 

"Özür dilerim."

 

İşaret parmağını dudağına değdirdi Tan, nefeslerini tuttular. Kımıldamadan beklediler.

 

"Tehlike yok, devam edelim."

 

Dört adam boy sırasına dizilmiş gibi tek sıra halinde yürümeye devam ettiler. Güneş ışıklarının güçlükle ulaşıp sadece zifiri karanlığa teslim olmasını engelleyebildiği sıklıkta, uzun ağaçlı bir ormandı.

 

"Kaç saat oldu?"


 "Sekiz saat kırk üç dakika."


 "Kırk dört."


 "Belki de başka bir yol denemeliydik."


 "Etrafından dolaşamayacağımız kadar büyük. Ve dışarıdan daha güvenli. Ne ayı ne aslan, hiçbir yırtıcı burada yaşayamaz."


 "Yılan?"

 

"Yılanlar için mükemmel bir yer bence."

 

"Tan'a sormuştum."

 

"Bülent haklı Ali, yılanlar için uygun bir yaşam alanı."

 

Ali kollarını göğsünde birleştirdi. Ürkek bakışlarını etrafta gezdirirken yürümeye devam ediyordu.

 

"Bu yola çıkmadan önce tehlikeli olacağını biliyorduk, yine de buradayız. Tadını çıkaralım. Böylesi ağaçları nerede göreceğiz bir daha."

 

"Sefa yine sefa peşinde."

 

"Haklısın aslında, ilk defa böyle ağaçlar görüyorum."

 

"Kavak ağaçlarından daha uzunlar; dalları da gövdeye daha yakın, daha kısa."

 

"Ne ağacı bunlar Tan?"

 

"Bilmiyorum."

 

"Arada çok güzel cıvıltılar duyuluyor, keşke kuşları da görsek."

 

"Kuşların uçabileceği kadar geniş değil buralar, hem karanlık."

 

"Her şey hakkında bir fikrin var."

 

"Olmamalı mı?"

 

"Olmamalı."

 

"Hava kararmadan ormandan çıkabilir miyiz?"

 

"Sanmam."

 

"Buralara çadır da kuramayız. Düzlük var mıdır?"

 

"Sanmam."

 

"Tamam, çok bilgilendirici bir konuşma oldu."

 

Tan durdu.

 

"Ortaklarınla istediğin gibi konuş, benimle değil."

 

Bülent iki elini başının hizasında kaldırdı önce, sonra da ağzının görünmeyen fermuarını kapadı.

 

"Burada mantar var!"

 

Tan, hızla Ali'nin elini mantara dokunmadan yakaladı.

 

"Bilmediğiniz ve bildiğinizi düşündüğünüz hiçbir şeye dokunmayın."

 

Sefa ilk defa Tan'ın bu kadar yakınında olduğunu fark etti. Cüsseli bir adamdı.

 

"Çok hızlıydın."

 

"Teşekkür ederim, tekrar."

 

"Yakınımda yürü. Bir dahaki sefere bu kadar hızlı olamayabilirim."

 

Ali, Sefa'nın yanından geçip Bülent'le Tan'ın arasına girdi. Yürümeye devam ettiler.

 

Orman önlerini görebilecekleri kadar aydınlık, on metre ötelerini göremeyecekleri kadar karanlıktı. Onlardan başka canlıyla karşılaşmamışlardı, sessizdi. Uzun süre ormana uyum sağlayıp sessizce yürüdüler.

 

"Dinlenebilir miyiz, lütfen?"

 

"Hava kararana kadar yürümemiz daha iyi olur."

 

"Neredeyse on dört saattir yürüyoruz."

 

"Yeterince hızlı yürümüyoruz ama."

 

"Tan, lütfen."

 

Omzunun üzerinden onlara baktı, bitkin haldeydiler. Durdu. Çantasını çıkardı, etrafına bakındı. Bulabildiği en geniş yere oturdu, başını ağacın gövdesine yasladı ve gözlerini kapatıp kollarını kavuşturdu.

 

"Şükürler olsun!"

 

Bulabildikleri en rahat yere oturdular. Tan belli belirsiz horlamaya başladı.

 

"Keşke ben de bu kadar çabuk uyuyabilsem." dedi Ali.

 

"İnsanın kafasında bir şey olmayınca böyle oluyor işte. Biz beyin işçileriyiz, bu kadar rahat uyuyamayız."

 

"Ne alakası var? Kulp takmaya çok heveslisin yine."

 

"Haksız değilim."

 

"Sen götür o zaman bizi beyin işçisi. Al, bul yolu."

 

Sefa, Bülent'e harita uzattı. Bülent,

 

"Madem yolu da ben bulacağım neden buna bir sürü para ödedik?"

 

"Sen hiçbir şey ödemedin. Tüm masraflar üniversite tarafından karşılanacak."

 

Bir süre sessizlik oldu.

 

"O ne, mektup mu yazıyorsun? Kuşlarla göndermeyi düşünüyorsun herhalde."

 

Bülent gülüyordu.

 

''Günlük tutuyorum."

 

"Gereksiz."

 

"Ben de tutacağım."

 

"Ben yazmayacağım."

 

''Çalışmamızı raporlaştırırken yardımcı olur.''

 

''Sunum yaparken de birkaç anı eklemek komiteyi etkilemek için iyi olur.''

 

''Hem ortamı ısıtır biraz.''

 

"Üç bilim adamı komiteyi etkilemek için günlük tutacakmış. Komiksiniz. Gideceğiz, inceleyeceğiz, birkaç test yapacağız ve kanıtlanabilir gerçekleri yazacağız. Bu kadar."

 

"Bilim insanı."

 

''Takıldığın yer bura mı?''

 

''Buralarla ilgili daha çok bilgi edinmeliydik gelmeden. Ya da otobüsten iner inmez yola koyulacağımıza civarda yaşayanlarla konuşmalıydık.''

 

''Tan, hemen çıkalım yola deyince kaldı. Benim de aklımdaydı.''

 

''Halktan ne öğrenmeyi umuyordunuz, anlam veremedim.''

 

''Anılar, hikayeler.''

 

''Efsaneler.''

 

"Doğa Ana'nın her bahar eski mağarayı ziyarete geldiğiyle ilgili halk efsanesini duymuş muydunuz?"

 

"Ne zamandır uyanıksın?"

 

"Endişelenmeni gerektirmeyecek kadar zamandır."

 

"Gitmekte olduğumuz eski mağara mı?"

 

Tan başını öne arkaya salladı.

 

"Doğa Ana mı diyorlar burada? Daha çok yabancı ülkelerde kullanılan bir terim değil mi?"

 

"Yeni nesiller Doğa Ana diye anlatıyorlar ama eski topraklar 'ana' diyorlar, 'Toprak Ana'."

 

"Hepimiz topraktan geldik."

 

"Toprağa gideceğiz."

 

"Neden geliyormuş?"

 

''Gerek olduğunu sanmıyorum.''

 

''Halk hikayelerini öğrenmek istediğinizi sanmıştım.''

 

''Uydurma şeyleri öğrenmek istemiyoruz.''

 

''Ben istiyorum.''

 

"Faydalı olup olmayacağına karar vermek için erken. Hikayeyi dinleyelim önce."

 

Tan, derince bir nefes aldı ve başladı.

 

"Kültürümüzde, bildiğiniz üzere topraktan geldik, toprağa gideceğiz."

 

Başlarıyla onayladılar.

 

Önemli bir şey unutmuş gibi Ali yerinden sıçradı. Çantasını açıp küçük bir defter ve kalem çıkardı. Hızla yerine döndü.

 

"Rica etsem sana anlatıldığı gibi anlatır mısın? Rapora eklemek istiyorum."

 

"Efsanelerin raporlarda ne işi var?"

 

“Bu konuyu kapatmıştık.”

 

"Allah aşkına Bülent, bizim işimiz bu efsaneler, hikayeler, insanlar. Nasıl geldin bu kademeye sen?"

 

"Tamam. Dinlediğim gibi anlatmaya çalışacağım."

 

Tan biraz düşündü.

 

"Toprak Ana evlatlarını dağıtmış yeryüzüne ama evlatları ona dönmüşler yine. Ne hasret çekmiş ne özlem; ta ki biri unutana kadar dönmeyi. Toprak Ana görememiş oğlunu ruhun gözleriyle. Aramış, aramış. Sonunda parçalarını başka insanlarda, eşyalarda ve binalarda görmüş. Üzülmüş. Bedenini aramış en zayıf gözleriyle, bulmuş. Ruhsuz bedenin halini görünce dayanamamış, almış evladını geçilmesi zor ormanlardan geçirip gizli bir mağaraya getirmiş. Saklamış ruhunu parçalayıp çalanlardan. O gün bu gündür parça parça olan ruhunu toplarmış. Her sene baharla beraber topladığı parçaları getirirmiş. Her birini yerine koymaya çalışırmış. Yüzyıllar olmuş, hâlâ tamamlayamamış parçalanmış ruhunu. O kadar yorulmuş ki aramaktan, kendini gizlemeye hali kalmamış. Buralarda dolandığını görenler olmuş; içli içli ağlamalarını işitenler olmuş."

 

İç çekti.

"Devam edelim."

 

"Bu kadar mı?"

 

"Evet, bu kadar."

 

"Kısa ve etkileyiciydi."

 

"Kesinlikle."

 

"Baharla beraber geliyormuş, dedin. Mart ayı mı, nisan ayı mı? Hangi günü?"

 

"Eminim net bir tarihi yoktur Sefa."

 

" 'Cemre toprağa düşünce' demişti hikayeyi anlatan."

 

"Cemre toprağa ne zaman düşecek?"

 

"Bu sene martın ilk haftası sanırım."

 

"Mart boyunca mağaranın kapısında Toprak Ana'yı bekleyebilirim."

 

"Sizce az da olsa korkutucu değil mi? Ben görmek de duymak da istemem."

 

"Halk efsanesi Ali, istesen de görüp duyamazsın."

 

''Halk efsanesi olması tamamıyla yalan ya da yanlış olduğu anlamına gelmez.''

 

''Abartıldığı anlamına gelir ama.''

 

''Doğruluğunu kanıtlayamayacağın gibi gerçek olmadığını da kanıtlayamazsın.''

 

Ali gözleri yerde durgun bir şekilde konuşmaya başladı.

 

"Belki çok sinirlidir. Oğlunun parçalarını diğer insanlarda gördüğü için. İnsanlar birbirlerine zarar verdiği için. Maddi, geçici şeyler için kendilerinden vazgeçtikleri için. Hepimiz vazgeçtiğimiz için. Suçlu olduğumuz için. Belki bizi düşman bilmiştir."

 

''Fazla dramatiksin.''

 

"Eğer bizi düşman olarak görseydi doğa çoktan insanları yeryüzünden silmişti."

 

"Harika bir film konusu olurmuş, gerilim ve kurgu. Yazık kimse değerlendirmemiş."

 

"İlhamı da huzuru aradığımız gibi dışarıda arıyoruz işte."

 

"Sen çek."

 

"Olur."

 

Tan ayağa kalktı.

 

"Devam edelim."

 

Düşünceli düşünceli toparlandılar. İlerlemeye devam ettiler.

 

''Şimdiye dek güneş batmış olmalıydı.''

 

''Güneşi nasıl gördün?''

 

''Görmedim. Akşam olunca zifiri karanlıkta kalırız sanmıştım ama arada gezinen güneş huzmeleri kaybolmadı. Üstelik kaç saat oldu ormanda yürümeye başlayalı? Benim saatim durmuş.''

 

''Neredeyse on altı saat.''

 

''Ne zaman çıkacağız ormandan? Çok sürmez demiştin.''

 

''Yarın orada oluruz.''

 

''Yarın sabah mı, öğle mi, akşam mı?''

 

Tan sıkılmıştı.

 

''Yürüme hızınıza bağlı beyler. Enerjinizi bacaklarınıza saklayın.''

Sustular. Orman yavaşça karanlığa teslim oluyordu.

 

''Şurası geniş!''

 

Tan’ın parmağıyla gösterdiği yere baktılar. Küçük bir ateş ve dört tulum için yeteri kadar geniş ve düz bir alan vardı. Bu ormanda böyle bir yer olabileceğini düşünmemişlerdi.


Hızla kuru dallar toplayıp ateş yaktılar. Konserve çorba içip ekmek yediler. Sonra herkes tulumuna girdi. Tan uyudu, Ali küçük bir kitap aldı ve okumaya başladı. Sefa yazıyordu.


''İyi geceler.''


''İyi geceler.''


''İyi geceler.''


Gecenin ilerleyen saatlerinde Bülent ürpererek uyandı, kabuslar görmüştü. Biri ona acıyıp uyandırmıştı sanki. Etrafına baktı, herkes uyuyordu.


''Merak etmeyin, az kaldı.''


Bülent sıçradı. Bu bir kadın sesiydi. Hem çok yakından hem de çok uzaktan geliyordu. Elini kulaklarına götürdü, anlamsızca yokladı. Sonra gözlerini karanlık ağaçlarda gezdirirken bir şey gördü. Bir çift göz. Bakakaldı. Gözler ona gülümsedi ve kayboldu.


Sabah uyandıklarında Bülent’i histerik bir şekilde titrerken ve yazarken buldular.

 

''İyi misin?''


''İyiyim.''


Bülent hâlâ titriyordu. Gözlerini iyice açmıştı. Bir şeyden kaçar gibi bir hali vardı.


''İyiyim.''


Üzerine gitmediler. Hızla toparlandılar, kahvaltı yaptılar ve yola koyuldular. Bülent hiçbir şey yemedi ve kimseyle konuşmadı.


''Kayıp mı olduk?''


''Hayır.''


''Söylediğinden daha uzun sürdü ama yolculuk.''


''Kayıp olmadık, yakında çıkacağız.''


''Ne kadar yakın?''


Tan cevap vermedi.


''Sen de kurtulacaksın.''


Bülent sıçradı. Gece duyduğu kadın sesini tekrar duymuştu.


''Ne oldu?''


''Duydunuz mu?''


Etraflarına bakındılar.


''Neyi?''


Bülent’in hali korkunçtu. Ali yanına gitti, omuzlarından tuttu.


''Neyin var?''


''Biraz dinlensek iyi olur.'' dedi Sefa.


''Hayır, az kaldı yakında çıkacağız. Devam edelim.''


''Devam edebilecek durumda değil.''


''Hayır, hayır. Devam edelim. Buradan hemen çıkalım.''


Devam ettiler. Bir süre sonra Sefa, Ali’nin yanına yaklaştı ve Bülent’le aralarını açtı. Fısıldayarak konuşmaya başladılar.


''Ne oldu sence?''


''Zehirli bir böcek ya da yılan ısırmış olabilir. Halüsinasyon görüyor sanırım.''


''Isırdığında bağırması gerekmez miydi? Canı yandığı için. Uykum ağır değil, hiçbir ses duymadım.''


''Tan’ın horlamasından başka.''


''Evet, ondan başka. Neyse ki çok yüksek değildi sesi.''


''Ormanda bulduğu bir şeyi yemiş olabilir mi?''


''Sanmam. Fazla ukala ama aptal değil.''


''Ne yazıyordu sabah?''


''Bilmem.''


''İstemiyorum. İstemiyorum! Rahat bırak beni!''


Bülent dizlerinin üzerine düşmüş, ellerini kulaklarına bastırmış bağırıyordu. Koşarak yanına gitmek üzerelerken Tan onları tuttu. Çok güçlüydü, kollarını Tan’dan kurtaramadılar.


''Ne yapıyorsun sen? Bıraksana!''


''Bırakmayacağım. Ana'ya sorun çıkarmayın.''


''Ne anası ne diyorsun sen?''


''Ona acıdı. Kaybettiği ruhunu bulmasına yardım edecek. Arkadaşınız çok şanslı.''


Ali ve Sefa anlam veremedi söylediklerine. Bülent hâlâ bağırıyordu. Acı çektiği, korktuğu her halinden belliydi. Kollarını kurtarmaya çalışıyorlardı hâlâ. Tan’a vurmayı denediler ama hiçbir işe yaramadı. Tan mermerden bir sütun olmuştu.


''Bırak artık, yeter!''


Ali bağırdı. Ağlıyordu. Bülent’in halinden çok etkilenmişti. Çırpındı, yine de kurtaramadı kendini.


Ilık bir rüzgar ağaçların arasından kıvrılarak geldi, etraflarında dolandı. Bülent’e doğru esti, yanına yaklaştıkça belli belirsiz bir şekle büründü. Bülent ona, onu dinliyormuş gibi bakıyordu, bağırmayı bırakmış ağlıyordu sessizce. Ali ve Sefa’nın dili tutuldu. Neler olduğuna anlam veremiyorlardı. Bir süre sonra rüzgar Bülent’e daha da yaklaştı, sarıldı. Tiz bir sesle beraber şiddetli bir rüzgar herkesi savurdu ve her şey karardı.


Ali ve Sefa gözlerini açar açmaz koşmaya başladılar. Kısa zamanda ormandan çıktılar. Köyü gördüler ve durmadan oraya doğru koşmaya devam ettiler. Birkaç köylü onları durdurdu. Onlara su verdiler, oturttular. İyi olup olmadıklarını sordular. Birkaçı onları tanıdı, iki gün önce geldiklerini söyledi diğerlerine.


''Dört kişiydiniz siz, diğerleri nerde?''


''Kurtlar saldırdı.''


''Üç ya da dört taneydi. Fark edince durduk, sakin kalırsak bir şey olmaz sandım. Sonra kurtlardan biri Tan’ın üzerine atladı, biz de koşmaya başladık. Arkadaşlarımızdan biri diğer yöne doğru koşuyordu.''


''Siz durdurana kadar da koştuk işte. Neyse ki kurtulduk. Ama…''


Çok yaşlı bir adam ellerini ikisinin omuzuna koydu.


''Buralarda çok kurt olur. O ormanda da çok kişi kayboldu. Şanslıymışsınız.''


''Neden gittiniz ki oraya?'' diye sordu bir çocuk.


''Mağara varmış buralarda. Eski bir yazıtta bahsediyordu. Onu araştırmak için gelmiştik.''


''Çok kişi geldi onun için. Kimse...''


Annesi çocuğu kolundan tutup çekti, hızla uzaklaştılar.


''Gelin, ben sizi şehre götüreyim. Küçük bir motorum var, rahat değil pek ama otobüs iki haftada bir gelir buraya. O kadar beklemeyin. Orada da jandarmaya gideriz.'' dedi orta yaşlı kasketli bir adam. Ali ve Sefa başlarıyla onaylayıp kalktılar oturdukları yerden. Adamın peşinden yürümeye başladılar.