Gul şafakta yola çıkmıştı. Yolu uzun, bulutlar tepesinde birikmiş, kışın habercisi kargalar ağaçların tepesine tünemişti. Güneşin kızılı ağaçların yeşilinde yok olup orta renklerin hükümdarlığına boyun eğiyordu.


Elinde incir ağacından oyulmuş bir baston vardı. Kendine ihtiyar diyemezdi ama damarlarında akan kanın genç olduğu da söylenemezdi. Koyu kahverengi gözlerinin altında çizikler belirmişti. Bu sabah durgun dereye yansıyan yüzü biraz daha yaşlı gözükmüştü gözüne, saçlarında birkaç tel beyazlık yansımıştı. Yaşlanıyorum. Zaman beni es geçecek kadar cömert değil.


Hava buz kesiyordu, mızrak uçlu rüzgarlar aman vermeden Gul’un suratına akın ediyordu. Saçları kuzeye kalkıp savruldukça sert suratı, kararlı gözlerinde parlayan bir durgunluk beliriyordu. Üstüne kalın bir tunik giymişti. Kocasının ördüğü bir eldiven, son kış zor geçerken bir ayının ölü bedenine rastlamış, soymuş ve kendine çizme yapmıştı. Ayağını sıcak tutuyordu şimdilik, kafiydi. Bu anısı gülümsemesine neden oldu; kocası gülmüştü, çok barbarca demişti yaptığı işe, çizmeyi elinden alıp iki gece boyunca bir mum ışığında işlemeler ve adını bilmediği çiçeklerin özüyle yaptığı boyayla desenler yaratmıştı. Her şeyden bir güzellik görüyorsun dimi sevgilim.


Sırtında küçük bir çanta vardı. Peynir ve zeytin. Arada acıkınca yürüyerek atıştırıyordu. Eski alışkanlıklar işte.


Yoluna daha vardı. Ezgisini söylemeye, karla kaplı etekli dağa daha yolu çoktu. Şimdiden kocasını özlemişti. Sabah kalktığında bıraktığı notu gördüğünde ne düşünecek merak ediyordu. Ne zamandır insanları merak eder oldum. Sabah erken kalkan hep oydu, kahvaltıyı hazırlayıp yanaklarından öpen, sıcak bir sütün şükranını hissettiren hep oydu. Biraz gıcıklık yapıp koyunları dağa süren, geldiğinde hep farklı bir çiçek, taş ve kuş tüyüyle dönüp hikayeler anlatan. Hep oydu. Korkunun evlatlık aldığı... Sıcaklığı ondan öğrendim. Kış hiç geçmeyecek diye düşünmek şimdi ne aptalca geliyordu.


Gul, güneş tepesinde belirdiğinde, birikmiş bulutlar sakince dinip gökyüzünde ağlamaya başladığında, beyaz örtülere büründü. Kafasını kapatan şal karlarla kaplıydı. Sıcak eldiveni için kocasını öpmek istedi.


İlk tanıştıkları anı hatırlamak soğuk adımlarını ısıttı. Korkunç görünüyor olmalıydı. Savaş bitmişti. Herkes kahramanı ararken Gul kaçmıştı. Yorgunluk hiç olmadığı kadar ağır geliyordu. O da kaçmış, Tanrı Kral öldüğünde amaçsız bir denizci gibi okyanuslarda savrulmaktan korkmuştu. Şimdi ne olacak?


Çocukluğu bir amaç uğruna zamana kurban edilmişti. Sürekli gözleyeni vardı. Kılıç ustaları, akıl veren sivri çeneli bilgeler, Asi Kralın muhafızları; attığı her adım, yaptığı her seçim izlendi. Kaderin çocuğu denmişti bana.


Kurtarıcı. Bunu bana söyleyen ilk kişi gökyüzünde yıldızların sırayla ipe dizildiğini, bir çığlık, doğum sancısıyla ölen bir annenin karnından çıkıp diyara huzur getirecek kişi olduğumu söylemişti. Pazarda hırsızlık yapan bir kızın sol gözünde eski kitaplara dayanan bir iz, beşli yıldıza benzeyen, içinde hep bir öfke ve dışlanmışlığın asık suratı yer alıyordu.

Ejderhaların şarkıları ile doğanların izi. Gul’e bu söylendi. Saraya açılan kapılar hep kanlıydı. Kılıç kesiklerinden çok insanların yalancı kelimeleri, söylenenin ardındaki niyeti anlamak yormuştu Gul’ü.


Zaman geçtikçe yükselen isyanlarda çift bıçağını konuşturdu. Diyarı yırtan bıçaklar. Herkes öyle demişti Gul’e. O da öldürmeye başladı. İlk kanı akıttığında bir şeyler hissettirmemişti. Tanrı Kralın gözdeleri, tek tek, farklı yerlerde, farklı zamanlarda bıçağının tadına bakmışlardı; bazıları ölürken çocukları çığlık attı, fahişelerle yatanların arzuyla yanan gözlerinde kâbus oldu Gul. Hepsini en güzel günlerinde, paranın ve şarabın tadında, ailesinin sıcak yuvasında karabasan gibi belirdi, bir karartı.


Çocukluğu ve yılları... Bir karartıyım ben, demişti.


Gul, hava karardığında anılarında yok olduğunu fark etti. Kendini durdurmak eskisi kadar kolay bir şey değildi. Anıları orada, bazen pişmanlıkla, çoğunlukla da vicdanın sesi peşini bırakmıyordu. Kocası uzaktaydı. Onun varlığını özlüyordu. Yuvasında olmayı.


Sonunda Uzun Ormanı gerisinde bırakmıştı. Erzakı bitmek üzereydi. Tüm zeytinler bitmiş, birkaç tutam peynir, yolda bulduğu kış mantarlarından başka bir şeyi kalmamıştı. Dereden doldurduğu matarası doluydu. Bu biraz içini ısıttı.


Tüm gece boyunca önünde dikilen dağa tırmandı. Orman arkasında rüzgârın hükümdarlığında beyaza bürünmüştü. Kurtlar dağlardan inip uluyordu, güneş ışığını alıp gitmiş, dolunayın gümüşi parlaklığı beyazların içine gömülmüştü. Kuşların sesleri yoktu. Sadece kargalar, Gul kargalardan nefret ediyordu. Cesetlerin üstüne tünemiş, gözleri oyup gaklayan, ıssız çölde yere yığılıp son nefesini vermeyi bekleyen insanları izleyen kargalar. Ormanda dolaşıyordu. Kurtları izliyor olmalılar diye düşündü Gul. Avcıları izleyen korkaklar.


Eldivenlerini çıkarmıştı. Buzlu ve keskin dağın yamacında pek işine yaramazdı. Kocası kendisini öldürecekti. “Bu soğukta, aklını mı kaçırdın, hemen giy o eldivenleri,” dediğini duydu. Gülümsedi.


Ayakları keskin taşlardan dolayı kayıyordu, ellerinden kan çekilmiş iyice beyaza çalmıştı. Kış her şeyi beyaza bürüyordu. Karanlık bile kaçamıyordu ondan. Gül ondandır gece tırmanış yapmaya karar almıştı. Kocasına açıklama yapmak istemiyordu. Gece de ay vardı, karlar ve beyazlıklar, karanlık defedilmişti, gece dostuydu. Her şeyi bitirip tekrar kocasının sıcaklığını, sarılırken kendisine, horlamalarını duymak istiyordu.


Geçmişinden tümüyle kurtulmak istiyordu. Kaybedeceklerim var.


Dağ bitmek bilmiyordu. Sonsuzluğa yükselen bir merdiven gibi, aldığı soluklar ciğerinde donuyor, rüzgârın sert nefesinde soluklanmak canını acıtıyordu. Bir adım daha. Bir adım daha.


Tüm gece dağa tırmandı. Parmak uçları soyulmuştu, tırnaklarının ucundan akan kanlar dağın eteğinde donmuştu bile. Saçları sertleşmiş ve kıyafetleri bir ağaç gibi vücuduna yapışmıştı Gul’ün. Kocasının düğün hediyesi şalı rüzgârda uçup gitmesine çok üzülmüştü. Özür dilerim.


Nihayet dağın eteğine çıkıp kendisini karların içine bıraktığında yıldızlarla parlayan gökyüzüne baktı; kaderini çizip insanların kâbusu olmasına neden olan yıldızlar, kahinlerin fısıltıları ve ejderhaların mührü. Oradaydı. Kocaman, berrak gökte dolunaya eşlik ediyorlardı kendisine. Aşağıda, Uzun Ormanda kargaların seslerini işitti Gul. Kurtların sivri dişlerinde akan kanın beyaz karlara düşmesini, kargaların iştahlı gözlerinin artıklarını beklerken attıkları sabırsızca gaklamalarını hayal etti. Ölüm her yerde.


Matarasında kalan son damlayı içtiğinde çömelmiş oturuyordu.


Biraz beklemesi gerekti. Ezgisi için daha zaman vardı. Dolunayın yıldızların ardına saklanmasını, karanlığın yeryüzüne inip herkesin rüyalarına bir tutam korku çalmasını beklemesi gerekiyordu. Tekrar aynı şeyler...


Zamanı geldiğinde sırtına attığı bastonunu çıkardı. Elinde tutmak tuhaf bir his yayıyordu. Gül bu hissi özlediğini söyleyemezdi. Artık geçmişimde kalmalıydı. Oysa hala elinde, rahatsızlık veriyordu, yargılıyordu kendisini. Hissediyordu.


Bastonunu dizinde parçaladı. İkiye ayrılan odundan bir parıltı fışkırdı etrafa; çeliğin parlaklığı dağın tepesinde yükseliyordu. Yıldızlardan daha parlak diye düşündü Gul. İşte başlıyoruz.


Kocasıyla nehrin kenarında, köyden uzak, hayvanlarını otlatırken köylülerin ağzından bir fısıltı dolaşmıştı. Köyden takasa dönen kocası, “Tuhaf bir şeyler dönüyor demişti.” Gul bu cümleler karşısında korkuyla sarsıldığını hatırladı. Rüyalarına gelen şeyi inkâr etmeye alışmıştı, kocası o sözleri söyleyene kadar.


“Nasıl bir söylenti,”


Kocası parçaladığı odunları şömineye koyarken konuşmuştu. “Yulin’in kayıp kuzularını biliyorsun dimi,” demişti. “Onları bulmuş, beşini birden.” Kocaman iri gövdesi ateşin ışığıyla odaya gölge yapıyordu.


Gul’un kalbi hızlı atmaya başlamıştı. Hayır, diyordu içinden yükselen korku.


“Hepsi yanmış, kurtların işi değil, ayılar uykularında ve Yurin, hiç böyle bir şey görmedim diyor. Herkes kâbus görüyormuş. Tanrı Kral geri gelmesinden korktuğunu söyledi beni kazıklamaya çalışan ihtiyar. Ormandan hep tuhaf sesler işitiyorum dedi. Anlatamayacağım iniltiler.”


Gul korkularını bastırmayı öğrenmişti. Ama orada, dev gibi cüssesiyle duran kocasına baktığında içinde bir şey korkuyla yanıyordu. Hepsinin geçmişte kaldığını düşünüyordum.


Sabahın ilk ışıklarında yola koyulmuştu.


Gul bunları düşünürken dolunay karardı, geceye inen karanlık bir an her yer şeyi yuttu. Zamanı geldi.


Elinde tutuğu kırık bir bastondan fazlası, keskin bir bıçaktı, iki elinde. Zamanda hiç ayırmadığı ikizleri.


Bir kükreyiş yükseldi. Ormanda uluyan kurtların ulumaları, kargaların kanat sesleri diyardan kaçıştı, vadi sadece tek bir kükreyişle sallandı.


Gul kocasının uyuduğunu hayal etmek istiyordu. Rüyalarında kâbus görmesini değil, ona döneceğini bilmesini istiyordu. Dönememekten korkuyorum, korkmamak üzerine eğitilen ben korkuyorum.


Zifiri karanlıkta beyazın yitip gittiği hiçlikte bir parlama, ateşin ve sıcaklığın uluması her şeyi tekrar eskisine cevirdi; dolunay oradaydı, yıldızlar, çizmelerinde hissettiği kar ve dağın yamacında esen güçlü rüzgâr ve o.


Kocaman cüssesi ile karşısında dikiliyordu Gul’ün. Gözleri sarı, ince bir çizgi ile parlıyordu, ağzından yükselen dumanlar etrafa saçılıyordu. Karşısındaydı işte. Evreniyutan ejderha.


Devasa kuleler gibi, kanatları gökyüzünü dolduran pullarla kaplıydı, sivri pençesi karlara geçirmiş altındaki sert zemini parçalayacak gibi duruyordu. Başı bir yılan kıvrımı, kuyruğuna kadar uzanan göğsünde sürekli yanan bir şöminenin sıcak alevi tutuşmuştu. Senden korkmuyorum.


“Bu zamanı bekliyordum,” dedi sert, demiri eritecek kadar güçlü sesiyle. Ağzında zamanın kokusu yayılmış gibi geldi Gul’e.


“Kaderim senle kesişecek derdi hep büyük üstat.”


“Bilge adamış,” dedi Evreniyutan. “Seni izliyordum, çocuğumu, yumurtalarımı çalıp parçalayarak içen Tanrı Kralı öldürene kadar yol alan zamanda hep izledim, bir çobanla evlenene kadar hep gözüm üstündeydi.”


Gul kocasından bahsedildiğinde tüyleri kabardı. Çift bıçaklarını daha sıkı tuttu. Kanayan tırnakları derisine batıyordu.


“Tanrı Kral çocuklarımın gücünü alıp diyara hüküm sürerken yenilmez olduğunu düşünen bir aptaldı, senden haberi yoktu Gul,”


Gul büyük üstadın kütüphanesini kurcalarken bir kitap bulmuştu. Her şeyin sonu. Başlığı buydu. Kara bir kitaptı. İşlemeli ve saf deriden yapılmıştı. Açıp okuduğunda kahinlerin bir kızdan bahsettiğini gördü. Seçilmiş kişi. Sayfaları hızlıca kurcalayıp yırtarcasına diğerine geçerken bir şey ilişmişti. Bir çizim. Kocaman bir ejderhanın sert bakışları. Diyara huzur ve ölüm getirecek kişinin kaçınılmaz yazgısından bahsediyordu. Ejderhanın kızı. Daha fazlasını okuyamadan büyük üstat tarafından azarlanıp karanlık bir hücreye cezasını çekmek için yollanmıştı. Bilgi her zaman huzur getirmez çocuğum demişti.


“Benim babam ol ya da olma beni alamayacaksın,” dedi Gul sesinin sert çıkmasına özen göstererek.


Evreniyutan homurdandı, pençesini kayaya biraz daha sert geçirdi. Gul’un gözünden kaçmadı bu. “Buraya senin için geldim çocuğum. Mirasımın devamını görmeye,”


“Annemi acılar içeresinde ölüme bıraktın. Kaderinde ölmek vardı beni doğururken. Hiçbir kan, ejderha kanını doğururken hayatta kalamaz deniyor. Sen bunu biliyordun. Onu kandırdın, insan suretinle, çatal dilin ve her şeyinle...”


“Onu sevdim,” diye kükredi Evreniyutan. Ağzından yükselen ateşler soğuk kara damladı, yaktı ve söndü. “Onu sevdim, yüreğini soğutan veremden kurtardım onu. Ayaş babasının dayaklarından, Tanrı Kralın yok ettiği köyünden...”


“O zaman neden bu kaderi biçtin ona.” Gul gözlerinin dolduğunu hissediyordu, yaşlar acıtıyor.


“Çünkü diyarın yok olmasına izin veremeyecek kadar büyük sevgisi vardı. Senin doğmanı o istedi. Tanrı Kralın sonunu getirecek, herkesin rüyalarında gördüğü kahinliğin bedelini ödeyecek olan seni o istedi.” sesinde bir öfke, kasılan vücudundan yayılan pullarında parlama Gul’u sinir etmişti.


Ne diyeceğini bilemedi Gul. Açlıktan ölmemek için çalmıştı, sokakta yaşamış, üstatların oyuncağı, sarayda dönen siyasetin ve savaşlarda öldürdüğü insanların vicdanıyla hep savaşmıştı. Bunu annem mi istedi? Diyarın iyiliği için, beni, kızını feda edece kadar nasıl bir sevgisi olabilirdi ki.


Aklına kocası geliyordu. Diyarın yanıp kül olsa dahi bırakmak istemediği kocası. Bunu yapamam, bunu asla yapamam ben.


Dizlerinin bağı çözülmüştü, dizleri karlara mızrak gibi saplanmıştı. “Tanrı Kralı öldürdüğümde bana bakıp gülmüştü. Şimdi anlıyorum,” dedi Evreniyutan’a, babasına.


Gözlerini kapatıp gözyaşlarını gizlemek istedi Gul. Acı veriyordu.


“Gözlerini aç kızım,” dedi Evreniyutan. Gözlerini araladı Gul. Karşısında devasa olan babası, ejderha kendisine bakıyordu iri gözleriyle. Sonra kanatları küçülmeye başladı, pulları iç içe girmeye, göğsünde yanan alevlerin parlaklığı söndü, küçüldü, dişleri geri kaçtı ve o küçüldü.


Karşısında bir insan vardı. Boyu Gul’den biraz daha uzun, sakalları beyaz ama tutkuyla yanan sarı gözleri oradaydı. Çırılçıplak duruyordu karşısında. Üşüdüğünü gösteren hiçbir şey görmedi Gul. Görmek istedi.


“Buraya seni görmek için geldim,” dedi.

“Buna ihtiyacım yok,” dedi Gul. “Kocamın bana ihtiyacı var,” dedi kısılarak ağzından sürünen kelimelerle. “Benim de ona. Hem de hiç olmadığı kadar.”


“Biliyorum kızım,” dedi Evrenyutan. Çırılçıplak karşısında kendisine bakıyordu. “Kaderinden tekrar kaçma, kocanı gördüm. Büyük zaferleri olan büyük adam değil. Sıradan bir çoban, sıradan dertleri olan sıradan bir adam.” Bir adım attı, tırnakları uzundu, bacaklarında biraz kıl vardı, cinsel organını kaplayan siyahlık, dümdüz bir karın ve uzun saçlar. “Sevgiden kaçmanı istemediğimden geldim,” dedi.


“Gece yatarken o kitapta bulduğunu aramak için, yitirdiğin en büyük şeyin pişmanlığıyla yanma diye geldim. Sevgiyi bulmuşken, sıcak bir yuvayı, geçmişini kurcalayarak huzuru bulamazsın. Geldim çünkü içini kemiren benle yüzleşmek isteyecektin. Sen hep cesur olandın. Yuvanı bırakıp yollarda arzuladığın şeyin hayal kırıklığı ile gururuna yenik düşüp savrulacak birisisin.”


Gul ağlıyordu. İçini kemiren gerçekleri dile getirmemesinin bir nedeni vardı. Şimdi anlıyordu. Hep gitmek istemişti, bu da dağılacak ve kafasında eksik olan bir yanı o kitaptaki gerçekleri öğrenmek istiyordu. Ansızın gitmek. Ertelediği günlerin ve gitmek zorunda olacağı anın yükü hep sırtında taşıyordu.


Kralın ölümü ve kendisinin bir Ejderha süratine bürünüp uzak diyarlara uçarken yorgun düştüğü, yere kapaklandığını ve gözlerini açtığında kendisine bakan bir çift gözü hatırladı. Kocası. Evine almış, yaralarıyla ilgilenmiş ve eskimiş lavtasıyla her gece aptalca şarkılar söylemişti kendisine. Yatağının kenarına bir bardak süt, üstü açıldığı vakitler iri elleriyle örtmüştü. İlk öpücüğünü aldığında hissettiği şeyin gücü karşısında dehşete düşmüş kocasına bir yumruk atmıştı. O ise gülmüştü. Yatakta sevişmeleri, sıcak bedeninde kendini yuvasında gibi hissetmişti. Bir şey beklememişti, suratında yıldızdan iziyle karşısında, geçmişini anlatmasına rağmen bir kahraman, bir savaşçı ve katil olarak bakmamıştı. Kocası için hep bir Gul’du o.


“Buraya geldim çünkü annen seni seviyor. Seni feda etti ve bu konuda kızgınım kendisine. Ben seni kaderine bıraktım çünkü bizler insanların yaşamına karışamayız, bizler izleriz; zamanın kalıntıları. Affetmelisin. Kendin için, geleceğine serilen zamanlar için.”


Gul ağlıyordu. Kocasına dönmek, sabah içilen süt, koyunlarını okşamak ve dereden içilen soğuk suyu özlüyordu.


Kafasını kaldırdığında Evreniyutan yoktu. Sanki hiç var olmamış gibi karda ayak izlerinden bir eser bile kalmamıştı. Kocaman varlığı bir anda rüzgarların estiği zamana kayıp gitmişti. Gözleri dizlerinin yanındaki bıçaklara kaydı. Dolu yaşamın şarkılarını barındıran parlaklığa. Sonra bir ses duydu. Kalbi yerinden çıkacak gibi...


Bir el belirdi, kayaya tutunan, sonra bir başka el. Kendini çekerken kükrüyordu adeta. Uzun saçlı bir cüsse dolunayın ışığında belirdi. Üstünde ayı kürkünden yapılmış bir tunik, elinde eldiven. Zorla ayağa kalktı, ağzından çıkan dumanlar peşi sıra saldı. Gul’un gözleri sonuna kadar açılırken gözyaşları yanaklarını daha bir acıtıyordu.


“Gul,” diye haykırdı. Sonra öksürdü.


İçine dolan şey için kelimeleri yoktu Gul’un. “Buradayım,” demeyi nasıl başardı bilemiyordu bile. Ayağa kalktı ve koşarak kocasına doğru düşe kalka koştu. “Buradayım.”


Kocası kendisini görünce parçalanmış çizmesi karları ezerek üstüne koştu. Sımsıkı, kocaman kolları bedenini sarmaladı. Kulağında yankılanan nefesin sıcaklığı karşısında kendisini eriyen bir kar tanesi gibi hissetti Gul. “Buradayım.”


“Seni kaybettim sandım,” dedi Kocası. Kocasının ismi Tut’du.


“Asla, asla beni kaybetmeyeceksin Tut,” dedi Gul. “İnsan yuvasını terk edemez, özür dilerim.”


Tut daha bir sıkı sarıldı, çığlık atmak istedi Gul.


“Bak sen şuna, eldivenlerini çıkarmış, tam dayaklıksın Gul,” dedi endişeyle Tut. Hemen uzun tuniğinden bir parça kesti, belinden çıkardığı bıçakla ve ellerine sardı.


Gul güldü, gözlerinden akan yaşlar yüzüne düşen karlara karışıyordu. Seni seviyorum aptal diye düşündü.


Sonra kaşları çatıldı Gul’un. “Sen buraya nasıl çıktın, izimi nasıl buldun,” dedi.


Tut, bez parçasıyla sarmayı bitirdiğinde konuştu anca. “Şafakta sana süt getirmeye geldiğimde yoktun yatağında, gitmiştin ve o aptal notunu gördüm. Bensiz de mutlu olmanı istiyorum zırvalıklarını... O gece rüyamda bu dağı gördüm, sen rüzgâra karışıp gidiyordun. Ve hemen yola çıktım bende. Senin gelmeni bekleyemezdim Gul. Öylece karanlığı geride bırakıp aydınlıkta dönmeni bekleyemezdim. Ben senin kocanım be kadın, sıradan bir çoban olsam da bir şeyim hane.”


Gul sıcak bir gülümseme ile ısındığını hissetti. Ben senle ne yapacağım.


“Şimdi beyefendi cezayı hak ettin,” dedi Gul sinsice gülerek.


“Asıl sen cezalısın küçük hanım,” diyerek karşılık verdi inatçı Tut.


“Öyle işlemiyor beyefendi, bu dağa tırmandın salakça ve bak çizmelerini de parçalamışsın. Bana dolu iş çıkardın. Bunları cezasız bırakacağımı mı düşünüyorsun.”


Ayaklarına bakan Tut omuz silkti gülerek. Gul da gülümsedi ve birkaç adım geri çekilerek ezgisini söyledi. Bacakları uzadı, derisi gerildi ve parlak pullar yavaş yavaş her yerini sarmaladı. Gözleri koyu bir siyahlıktan karanlığa büründü ve pençeleri zemine sapladı. Ejderhaya dönüşmeyeli uzun zaman oldu. Kendine Tanrı Kralı öldürdükten sonra bir söz vermişti.


Kocası, Tut ağzı açık olanları seyre koyulmuş, “Vay anasını satim, ne güzel bir şeysin sen böyle,” demişti.


“Daha hiçbir şey görmedin aşkım,” demişti Gul, ağzından alevler püskürtüp dağın yamacını eritirken.


Tut’un gözlerine baktı, orada bir korku aradı ama yoktu. Büyülenmiş ve çocuksu bir heyecanla kendisine bakıyordu.


“Atla bakim ufaklık,” dedi Gul.


“Hey! Senden daha iriyim, yani şuan da değilim ama öyleyim işte,” dedi gülerek.


Sırtına çıktı. Rahat hissetmediğini anlıyordu Gul. “Bana güven, evimize dönüyoruz Çoban Tut.”


Kanatlarını çırptı, rüzgar efendiliğini yitirdi, düşen karlar saçıldı her yere, yıldızlar parlıyordu gecede ve Gul havalandı. Kocası sırtında çocuksu bir çığlık attı. Gul güldü. Kendini rüzgara bırakıp dağın aşağısına, Uzun Ormanın karla kaplı ağaçlarının üstünden süzüldü.

Gökyüzüne bir ateş püskürdü, yıldızlar kaybolurken yeni doğan güneşi takip etti.


Eve gidiyorum. Evimize.