İnsanoğlunun doğasında her zaman bir döngü vardır bu hayatta. Biri ölmeli ki, biri doğabilsin. Yüzbinlerce yıldır insanoğlunun kaderi buydu: bir son. Son, çok zor bir kelime. İnsan söylerken bile boğazı düğümleniyor. Son, en büyük korkun oluyor. Herkes filmlerdeki gibi harika bir sonla bitirmek istiyor. Aslında SON, bir başlangıç. 


Bazıları acı içinde yaşar bu hayatı, bazıları ise hayallerini gerçekleştiremedikleri için buruk bir kalple yaşar. Kafanda bazı seslerle yaşarsın: “Neden yapamadım ki?” diye. Bazıları ise müzik dinleyerek geçirir bu hayatı; o hayalleri bir ahenkle devam ettirir. Her farklı bir musikiyle farklı alemlerde dolaşır. Bazen göğsü daralır, bazen ise gönlü Kaf Dağı’na ulaşır. Gezer durur; ben onlara sözsüz gezginler diyorum. Konuşmadan sadece hayalinde gezerler. Dokunsan sen de içine çekilirsin, sonunu ararsın. Müzik, bir kişiliktir: yanında olur, mutlu hissettirir, hüzünü yaşatır ve en önemlisi, zamanı gelince silinip gider. Tartışmasız olarak musikiler sizlere bazı şeylerin geleceğini önceden haber eder. Ne de olsa o bir insan ürünü. Ancak ritimleri, biz dünyamızdaki her şeye benzetiriz. Sakin bir müzik sizi yemyeşil çayırlara götürebilirken, bazen de dört duvarın içine sıkıştırabilir. 


Ne garip, değil mi? İnsanoğlunun yaptığı, yarattığı her şey aslında bizlere o kadar benziyor ki. Bir sanatçı, sanatını yaparken anlatamadıklarını anlatmayı hedefler. Bir müzisyen ise çığlıklarını anlatır. Hepsi bizim ürünümüz, aynı yazılar gibi. Ah o yazılar, en çok da onlar acıtıyor canımızı; bütün dengeleri onlar bozuyor. Ya yazılar olmasaydı, anlaşır mıydık? Ulaşır mıydı sözcüklerimiz sizlere? Sinsice yaklaşır mıydı acı bizlere, yaşadıklarınızı hatırlatır mıydı bu yazılar? Çok garip, hem de çok. O kadar sanatçının sanatını gözlemle, müzisyeni dinle ancak gel ki bir yazarın kelimelerinde kaybol. İşte en çok bu alıştırıyor bize. Ne olursa olsun, ne okursa okuyalım, düşünmek istediğimizi karşımıza çıkarıyor. Bu da belki bizim sonumuz oluyor; bilemeyiz ki. 


Müzik ve yazı arasındaki bu ilişki, insanın hem yaratıcılığını hem de kırılganlığını ortaya koyuyor. Yazıların, tıpkı müzik gibi, bizlere bazen huzur, bazen ise derin bir hüzün getirdiğini fark ediyoruz. Her iki sanat da insanın ruhunun birer yansıması ve bu yansımalar, hayatın sonsuz döngüsünü anlamlandırmamız için bir yol sunuyor. 


O zaman dalalım hayallere, gidelim buralardan binlerce uzak bir yere. Olmak istediğimiz kişi olalım, kimse tanımasın bizi. Kimsenin kimsesi, kimsesizlerin imrendiği olalım. Sözcüklerin anlamını yitirdiği, yazıların ise yanıp dağlardan kül olarak düştüğü yerlere gidelim. Düşünelim o güzelliği ve bırakalım kendimizi. O sonsuz yok oluşa bırakalım. O küller vücudumuza yapışsın, bir tabaka olsun. Kararalım, aynı sonumuz gibi. 


Kara bir melek gibi, gökyüzünden düşelim topraklarımıza. Sizlere sözcüklerimi söyleyeyim, anlayın beni diye. Çünkü kanatlarım alev aldı, uçamıyorum. Gökyüzü küllerle doldu; nefes alamıyorum. Sadece sıcak bir ateş beni besliyor. Dinleyin beni, burası çok sıcak. Yağmur yağıyor ancak tenime değmeden buhar olup gidiyor. 


Gerçek yok oluş, insanın dokunulmaz olduğu anmış. Göremiyorum sizi çünkü çok karanlık. Karanlığın içindeki bu sonsuzlukta, bir ışık bile görmek mümkün değil. Yok oluş, hem bir son hem de belki bir yeni başlangıç. Son bir nefes ve perde kapanır,SON.