Aslında uzun zamandır bu cümleye giriş yapmak için çabalıyorum. Yani, sanki karanlık ve alabildiğine uzun bir koridorda tahta sandalye üzerinde sesime karşılık gelebilecek bir yüzle tanış olma ihtimalinin düşü içinde günlerce beklemiş ve sonunda kapımın dışarısı ile karşılaşmış gibiyim. Şimdi sorsan bana ne idi o çektiklerim, anlatamaz kaybolurum düşümde. Düşüncelerim sanki bir çıkmaz sokak içerisinde sıkışıp kalmış unutulmaya yüz tutmuş bir slogan gibi süzülüyor boşlukta. Kimsenin ihtiyacına karşılık gelemiyorum ve kimse de bana yaklaşmıyor, nefesimi tanımıyor kafamın dışındakiler. Nerede o? Bu kadar saat düşünmenin sonucu hiç olmazsa kendi kafamın içinde kurduğum cümlelerimin manzarasında iki çift laf edebilsek ya onunla. Kendimle yalnız kaldığım o serbest ve ölçüsüz zamanlarımdaki gibi konuşabilsem ya onunla. Evimin tüm kapı ve pencerelerini açık bırakıp üstüne üstlük sabaha kadar serin ve hoş bir rüzgar eşliğinde tatlı rüyalara daldığım ve buna rağmen evime tek bir hırsızın bile girmek istemediği, hoş girse bile çalabileceği hiç bir şeyim olmadığı bu izbe evimin yalnızlığında çakılıyım işte. Ama yok, illaki didinmeli ruhum. İç sesim kendiyle hesaplaşmalı. Yalnızlık alıkoymalı beni. Yoksa ne haddime, içten bir gülümsemenin insanda bıraktığı o tatlı esintinin içerisinde nefes almanın keyfi… Şimdi sözünü edemeyeceğim bir zamanda, ne var ne yok yatırmıştım yalnızlığa. Kaybedeni çoktan beridir belli bir oyunun kurallarına sadık kalmak uğruna kendimi ezip geçtim. Oysa diğerleri öyle miydi, nasıl da öpüşüyorlardı sevgili dudaklarıyla. İçten içe nasıl da mutluydular. Oysa ben öyle miydim. Ah geçip giderken denk getiremediğim gençliğim. Ben daha merhaba demeden kaybolup gitti zaman. Şimdi zaman pişmanlığın ta kendisi ve yalnızlığımın aşuresini dağıtma mevsimi. Afiyet olsun acılarım, sevene bir tabak daha niye vermeyeyim…