Bir giz, bir esrâr göz kapaklarının altında...
Kirpiklerinle örtülmüş sonsuz ovalar.
Yahut varmadan ölümün kıyısına yollar,
Gökyüzünün karası var ardında...
Dudakların uçsuz bucaksız bir patika,
Kıvrılır kenarları, elmadan dağlara,
Ana göğsü gibi nasıl da yumuşak,
Elbet bir gün benimkilerle buluşacak...
Ben, seni çok eski tanırım,
Geçmiş zaman ama, iyi hatırlarım
Sen duymazsın, bilmezsin de
Olur olmadık her günümde seni anarım...
Hatırla bir küçük kızdım on dört, on beşinde,
Sen, benden habersiz, kendi işinde,
Bunca sene hep bekledim de,
Çıkageldin yirmi sekizimde...
Bana gelen halini hiç bilmiyorum ki senin,
Seni beklemeyi biliyorum.
Görmeyi, dokunmayı bilmiyorum ki sana,
Seni özlemeyi biliyorum, haber vermeden.
Peki, geldin mi sahiden?
Ellerimi uzatsam mesela sana doğru,
Dokunabilecek miyim saçlarına?
Parmak uçlarım tenine,
Dudaklarım dudaklarına ulaşabilecek mi yani?
Kim koruyacak peki aklımı?
Nasıl tutacağım kendi başımda?
Gerçek olduğuna inanamıyorum hâlâ,
Hayal bile edemezdim, resmen rüya...
Bana gelişin kutlanıyor,
Tüm hücrelerimde, fener alaylarıyla.
Kuytu köşelerimde ansızın bir yangın çıkıyor,
Huzur doluyor ruhuma, bakışlarınla...
Gecemi gündüzüme katıp
Aklına gelmeyi bekliyorum.
Gün gelecek hiç çıkmayacağım, biliyorum.
Bana açtığın Alice'in düş kapısından,
Ellerini tutarak geçmek istiyorum.
Geçen ömrümün yarısını adamışken sana,
Ne gerçek ne de düş umurumda.
Sen yeter ki hep kal,
Olur bir daha hiç uyanmasam da...