Kendime kuytu bir ölüm arıyorum, çok görüyorsun bunu*
Erken düştüm servi boylu annemin sıska ve narin kollarından. Çok yükseklerden düştüm. Uzun sürecekti bu yolculuk, öyle hissediyordum. Döne savrula başım döndü. Bir süre sonra usulca gözlerimi yumdum. Rüzgârlı serin havalarda birlikte şarkılar söylediğimiz yüzlerce kardeşimi düşündüm. Kekliklerin, bıldırcınların, kargaların ve kırlangıçların türkülerine eşlik ettiğimiz o güzel günlerimizi. Tomurcuklandığımız andan tutun yavaş yavaş bir gövdeye sahip olduğumuz zamana kadar birlikte büyüdük. Dağların, ormanların ve denizin nemli, temiz havasını koro halinde soluduk. Güneşi her gün birlikte selamladık ve birlikte uğurladık. Ay ışığını tenimizle gümüşi ışıltılara çevirdik. Serçe sürülerine dinlencelik olduk.
Ama gel gör ki bu kadar erken sararıp solacağımı kimse tahmin edemezdi. Parlak yeşilimi değiştirme zamanım bu kadar çabuk mu gelecekti? Eylüle epey zaman var ve hazan mevsimi değil daha. İçime yerleşen o mikrobik canlılar önce kılcal damarlarımda sinsice bir yolculuğa çıkarak yeşilimi kemirmeye başladılar. Sonra her geçen gün rengim biraz daha sarıya döndü. İnsanoğlu yeşil halimizi çok seviyor ama bu sarıya da bayılıyorlar. Onların baktığında iç geçirerek duygusallaşıp hüzünlendikleri bu sarı bizim ebediyete yolculuğumuzun başlangıcıdır aslında. Kardeşlerimin benim için yapabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Hatta bana bakışlarında kendi sonlarını da gördüklerini hissedebiliyorum. Onlara bu konuda sitem edecek durumda değilim. Birkaçı ile belki bir tarlada, küçük bir çalının gölgesinde, kırmızı domateslerin olduğu bostanlarda ya da deniz kenarında dik kayalıkların kuytusunda tekrar kavuşur, son zamanlarımızı birlikte geçiririz. Bir mezarımız olmayacak mesela. Çürüyen bedenimiz rüzgâr ile başka diyarlara toz tanecikleri olarak uçuşacak. En nihayetinde bir başımıza ve bin parçaya bölünmüş halde toprağa ya da suya karışacağız. “Yalnızlık cinnettir” demişti şair.
Yere konmam o kadar uzun sürdü ki bir ülkeden bir başka ülkeye yol almış gibiydim. Çok uzaklardan gördüğüm denizin hemen kıyısına varmıştım. İnce kumlardan az beride renkli, yuvarlak, yassı taşların hemen üzerine konmuştum. Buna çok sevindiğimi söylemeden geçemem. Böğürtlenlerin olduğu bir bahçeye düştüğümü ve tenime kıvrık dikenlerden birkaçının saplandığı düşüncesi aklıma geldikçe ürperiyorum. Bir bataklık ya da yol kenarına da düşebilirdim. Düşündükçe beterinden korusun yaratıcım diye dua ediyorum.
Yolculuğum güneş tan yerinde görünmeden önce başladı. Hava soğuktu. Gece çok üşümüştüm. Kardeşlerime göre hava serin ve güzeldi. Gece boyunca önce dağdan sonra denizden esen rüzgârda dans edip şarkılar söylediler. Onların eğlencesine yanı başımızda çağıldayarak akan dere, yüzyıllık meşe, çınar, kayın ve dut ağaçları ile narin söğütler eşlik ettiler. Gün doğmaya hazırlanırken bu senfoniye kuşlar da birer ikişer vokal olarak katılmaya başladılar. Bense korkudan tiril tiril titriyor, aileden kopup gideceğim hissi ile azap çekiyordum. Ne diyordu insanlar: Korkunun ecele faydası yok. Sonunda iyice güçsüzleşen bedenim doğup büyüdüğü ince uzun dala daha fazla tutunamadı. Rüzgârın usulca ve hafif bir dokunuşuyla kendimi boşlukta buldum. Önce atalarım kavakların arasında ve etrafında döndüm. Bir aşağı bir yukarı döne döne yaylandım. Sonunda rüzgâr uzun bir yolculuktan sonra beni buraya, tahmin ettiğim yere, denizin kıyısına kadar getirdi.
Gün boyunca taşların üzerinde bir o yana bir yana giderken akşama doğru denize esen rüzgâr, beni önce sıcak ince kumların üzerine sürükledi. O kadar ısındım ki güneş bedenimden ruhumun son damlalarını teslim alma telaşındaydı sanki. O an uzun süren bir yalnızlık çöktü damarlarıma. Bu kumların üstünde kavrulurken aklıma başka ne gelebilirdi? Şair “Yalnızlık cinayettir” demişti.
Rüzgâr yalnızlığımı ve çektiğim azabı fark etmiş olacak bir kısrak hızıyla gelip beni sırtında denize taşıdı. Kızgın kumlardan Karadeniz’in hırçın ve deli dalgalı serin sularına bıraktı. Bir an tuzlu serin suyun beni tekrar yeşile boyayacağını düşledim. Boğulma korkusunu yendikten sonra yayılarak yüzmeye başladım. Dalgalarla sörf yaptım. Bembeyaz köpüklerle keyifli ve tarifsiz bir duş aldım. Güneşin ışığını mavi sularda keyfimce sarıya çaldım. Her yorulduğumda dalgalar beni nazikçe kıyıya kadar bırakıyordu.
Sudan çıktığım zamanlarda hafifçe esen rüzgârda kısa süren titreme nöbetleri geçiriyordum. Güneşin ışıltılı ışıkları üzerime eğilmeye başlamıştı. Gölgem uzandığım halde uzunca sayılırdı. Bir ara güzel iri gözleri olan bir kadın beni fark etti. Heyecanla, acele ederek yanıma kadar geldi. Kısa kesilmiş kır saçları yüz ifadesine bilge Diyojen havası katıyordu. İnce dudakları ile tebessüm ettiğinde inci beyazı dişleri tüm güzelliğiyle dizilmiş halde çehresinde sahne alıyordu. Sevgiyle ve ilgiyle bakıyordu bana. Sesinde huzurun, mutluluğun, sevdanın rengi dikkatimi çekti. Adını öğrenemediğim bu kadın o andan itibaren benim için Irmak Tanrısı Asopos’un güzeller güzeli kızı Sinope’den başkası değildi. “Su perilerinin gözlerine baktığınızda sizi büyüler, bakışlarınızı onlardan ayıramaz ve o anda aşık olursunuz. Bir girdabın içinde dönerek derinlere, daha derinlere dalarsınız. Sonunda bu aşk sizi içine alacak ve yok olmanıza sebep olacaktır.” diye anlatırdı servi boylu annem. Nedense bende bir peri duygusu yaratan bu kadından gözlerimi alamıyorum.
Hâsılı kendimden geçtiğim anlarda denizde yüzerken, dalgalarla boğuşurken ya da kumlara gömülürken onun için farklı pozlar verme hevesinde olan bir modeldim artık. Çıplak ayakları ile düşmüş peşime, aklından ne geçiyorsa ya da ne buluyorsa bende, durmadan fotoğraflarımı çekiyordu. Hatta bir süre beni narin ve yumuşak avuçlarına alarak üstüme yapışan kumları temizledi. Bakışlarını üzerimden ayırmadan ıslak kumların üzerine koydu. Oysa bıraksın istemiyordum. Nefesinden üflese ömrüme ömür katacağını düşlemeye başlamıştım.
İyi fotoğraf çekmiyordu ama fotojenik olduğum için güzel bir kare yakaladı sanırım. Bu fotoğraf hikâyemin yazılmasına vesile olan yegâne karedir.
Yolculuğumun sıradan hikâyesi Karadeniz Dağları’nda bir derenin kıyısında yetişen servi boylu bir kavak ağacında başladı. Denizin derin sularında ya da kumların arasında kimseler farkında olmadan çürüyüp yok olacakken o güzel kadın Sinope beni önce kendi görsel hafızasına, sonra kilometrelerce uzakta bulunan bu satırların yazarının düşsel dünyasına ortak etti. Oysa ben onun büyülü bakışlarında asılı kalmayı isterdim.
Ne demişti şair? “Yalnızlık cennettir.” Ve eklemişti. “kendime kuytu bir ölüm arıyorum, yalnızca kendime”*
*Ahmet Öktem’in Yalnızlık Cinayettir şiirinden
FERİT YILDIRIM
2021-01-12T15:07:12+03:00Yorum ve beğeni için teşekkür ederim Canan :)
Canan Özcanoğlu
2021-01-12T11:23:52+03:00Çok güzel bir öyküydü. Daha sık yazmalısın! İlhamın kaleminden eksik olmasın :)
FERİT YILDIRIM
2020-11-18T22:14:58+03:00Asıl okuyup gören edebiyat dostalarının gözlerine sağlık. Minnettarız 🤗
Abdulkerim Karabulut
2020-11-18T22:06:26+03:00Binbir Gece Masalları'ndaki uçan halıdan güzel ne olabilir diye düşünüyordum nice zamandır. Gören gözlerinize sağlık.
FERİT YILDIRIM
2020-11-18T16:55:25+03:00Doğrusu bubisanat platformu ile tanışmam çok kısa zaman önce oldu. Öykü ve fotoğraf ilgi alanım. İlk öyküm burada yayınlanırken okuyan arkadaşlardan beklentim şu: bu alanda gelişme kaydetmem için yazdıklarımın varsa- ki vardır mutlaka- eksik, eğri, yanlış vb. yanlarının da dile getirilmesini isterim. Zaman ayırıp yorum yapacak okur ve yazar dostlara şimdiden çok çok teşekkür ederim. 😉🤗
FERİT YILDIRIM
2020-11-18T16:45:50+03:00Yorumunuz için sağolun @aysenurcengiz