Akşamüstü karanlığı yalnızca şehre değil evlerin içine de çökmeye başladığı vakit, genç kadın birden sakinleşmişti. Bu sakinlik, kaçan bir otobüsün ardından hissedilenlere benziyordu. Hani koşarsın, nefes nefese kalırsın, sonra da sayıp sövmeye başlarsın ya; günleri de böyle bir çaresizlikle uğurluyordu genellikle. Pencereyi açtı, akşam rüzgârıyla saçları dağıldı. Güneş binaların arasından yavaşça batarken oradan oraya koşuşturan insanları izlemeye başladı. Caddenin ışıkları yanmıştı bile. Ekmeğini alıp evine dönenler vardı, okul yorgunu çocuklar sallanarak ilerliyordu tabii. Mesaisine yeni gidenler, kalabalıkta ortaya çıkan dilenciler, elinde bir buketle yürüyen genç… Herkesin telaşı bir başkasınaydı, bir yere doğru yönlenmişti. Zaman, o pencerenin dışında olması gerektiği hızda akıyordu. Bu canlılık hoşuna gidiyordu onun da. Çeşit çeşit sesler, renkler, detaylar…
İçeri geçti, koltuğuna oturdu. İşte burada her şeyin ağırlaştığını hissediyordu. Damarlarındaki kan, yelkovanın ilerleyişi, düşüncelerinin aklında oluşturduğu baskı... Tonlarca yük gibiydi tüm bunlar. Yalnızca saatin tik takları ve nefes alıp vermesi dışında odada ses yoktu. Bütün ses aklının içindeydi. Dakikalar geçtikçe, içinde oradan oraya çarpan kelimeler birikiyordu. Masanın üzerinden bir kâğıt kalem aldı ve şunları yazdı: “Zaman şimdi burada denize fırlatılmış bir taşa benziyor, daima bir şeyleri kaçırıyormuş gibi hissediyorum. Kızıl-turuncu bir akşamüstü köhne ve karanlık bir bodrum katında vakti öldürüyormuş gibi…”
Başını geriye yasladı. “Benim telaşım nereye?” dedi usulca. Caddelerin gürültüsüyle kafasındakiler yarışsa o kazanırdı. Şimdi dışarı çıksam ve insanların arasına karışsam yol beni nereye götürür acaba, diye düşündü. Kilometrelerce koşsa da yakasını bırakmayan yetişememe hissiyle, nereye giderse gitsin içinin kalabalığını da oraya taşıyacaktı. Dışarı çıkmadı o yüzden. Bugün kendi zihnindeki yollarda yürümeye kararlıydı. Bir yere varmadan yahut bir sonuca ulaşmadan nereye kadar gidebilirdi insan? O sadece muhtelif telaşları seviyordu, bir hedefe varmak fikrinden ziyade gitme arzusu ona daha cazip görünmüştü hep. Bir şehre gitmek, o şehirden gitmek. İçinin yollarına doğru gitmek ve gerektiğinde içinden de gidebilmek.
Beklemenin gücü bir gün gidebileceğini biliyor olmaktan gelir. Özgürlükle eş değer bir eylemdir gitmek. Bazen kanatlanarak, bazen sadece yürüyerek pek tabii ilerlenirdi. Ne şekilde olursa olsun, yolda olmanın sürprizleri vardır ve onlarla karşılaşmak da güzeldir.
“Keşfedilecek nice güzel manzaralar ve ışıklı şehirler var, hepsini hafızama çizeceğim. Ruhumu taşıyacağım, yenilerine karıştıracağım bir gün!” dedi. Ayağa kalktı, pencereyi kapattı. Bir şey hatırlamış gibi durdu arkasına baktı: “Ama önce bir kahve yapayım da.”
Bu telaş saatlerinin, fırtınalı düşüncelerin getirdiği sakinlik, derin bir arayışın habercisiydi elbette. Aramaya da kendi içinden başlamıştı. Bir gün farklı yerlerde buldum dediği her şeyde kendinden bir parça olacak, ruhunu toplayacaktı oralardan. Caddelerde adım adım arayacağı yine kendisiydi. Bilmiyordu henüz, günü gelince öğrenecekti.
Büşra
2020-11-26T01:20:04+03:00Çok teşekkür ederim! Sağ olun :)
Aslı
2020-11-24T22:27:39+03:00Bayıldım! İki kez okudum. Deneme tadı aldım yer yer ama çok hoş bir anlatım. Kaleminize sağlık.