Alsancak tren garında beklemekteydim. Tarihî bir gardır, elbet epey yıllar hizmet vermiş ancak emekli olmuş da gönlü kırılmasın diye birkaç sefer yazmışlar, yılların hatırına tadilat yapmışlar gibi bir havası vardı. Ankara treni de her gün bir sefer buradan kalkardı. Hala öyle midir bilemem.
Seneler evvel bu Ankara trenine binecek oldum. Kış saatleri olduğundan karanlıkta yola çıkacaktı. Ondan da seneler evvel birkaç bavul, bir de battaniyeye sarılmış televizyonla yine bu gara inmiştik bir Ankara treninden. İzmir’le ilk buluşmam budur. Fazlaca Haydarpaşalı, yeşilçam sahnesini andıran bir halle üstelik. Yine aynı trene binmek ilginç bir ironi olarak gelmiştir hatıralarımda. Akşamın altısında kalktı tren. Karanlıkta o rayların takırtısı bu anıları canlandırmıştı.
Bu yolculuğa çıkış tarihimde tren yolculukları öyle moda da değildi bugünkü gibi. Ya uçağa, otobüse yer bulamayanlar ya da yüksek bilet fiyatlarına para veremeyecek olanlarla dolardı vagonlar. Yoksa kimsenin o kadar uzun saatlerini ayıracak vakitleri yoktu. Benim içinse o eski maaile seferin bir yansımasıydı.
Gecenin bir yarısı iki vagon arası boşlukta başlayan bir sigara dostluğu anı olarak belleğimde yer etmiş. Yasak olmasına aldırmadan kırklı yaşlarında, esmer, saçları kırlaşmış kilolu bir adam, oldukça zayıf bir başka esmer adam ve onlara eşlik eden ben; lisenin köşe bucak yerlerinde saklanır bir tedirginlikle dumanaltı sohbetler ediyorduk. Sonrasında kompartımana taşınan sohbette kilolu adam nasıl dolandırıcılık yaptığını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Tornacıda yaptırdığı matkap uçları ve oyuncak araba motoruyla çalıştırdığı mekanizma ile ucuz, sahte matkaplar sattığını, bunun için köy kahvelerini mesken tuttuğunu söylerken işinden gurur duyduğu aşikar bir tavır takınıyordu. Müşterilerine (!) gerçek bir matkap ile gösterisini yaptıktan sonra almaya niyetlenenlere gözlerinin önünde eskittiği matkabı satmaya çalışırken uyanık müşterileri de onu kabul etmeyip kapalı kutu bir ürün istiyorlar diye de gülüyordu.
İnsan güvenmeye hep yatkındır. Ne kadar kırılsa da gücense de hatta hiç tanımıyor olsa da inanmayı tercih eder. Bu yolculuğun en büyük öğretisi buydu sanırım. İnsana, denize, ağaca, yağmura, trene bile güvenir.
Ankara treninin bir güzel yanı ise sabah güneşiyle uyanıp ayaklarınızın altından kayan o büyük ovaların, yaylaların, çayırların, küçücük yuvarlak tepelerin manzarasıdır. Sabah sessizliğinde tren takırdılarıyla birlikte uzun uzun izlemek, biraz da paranız varsa restoran vagonunda kahvaltı etmek ya da kahvenizi içmek kadar doyurucu bir an daha bulamazsınız.