Uzaktı. İlk defa bu kadar uzaktı, ne yer bilirdi ne yön. İlk defa bildi yönünü. Eliyle gösterse gösteremezdi, kalbe uzak düşenin işareti olmazdı. Acısı olurdu. Her köşebaşında bir çiçeğin açtığı, insanların sokaklardan evlere girmediği mevsimde o; pencereden dışarı baktığında kasveti dağılmayan gökyüzüyle karşılaşıyordu. Şimdi diyordu, şimdi evimde olsaydım... En çok da balkonda oturmalarını özlemişti, çay kaşığı sesleri birbirine karışır, kahkahalar ardı sıra gelir, o da tanımadığı insanların muhabbetine kulak kesilmek zorunda kalırdı. Kaç kez kendi düşünceleri bu seslerle bölündü, kaç kez kitaptaki bir cümleyi defalarca okudu da şikayetçi olmadı. Evlerinin hemen yanında küçük bir park vardı, işte bu çocuk neşesiydi onun ruhuna iyi gelen. Top peşinde koşan bu istek, hırs, saklambaçtaki masumiyet, salıncaktaki heyecandı yaşlı ruhuna gölge düşüren. Şimdi nereye baksa kendi hüznünü görüyor, yönünü nereye çevirse uzaklığını bir kez daha hatırlıyor. Hüzünle sarmaş dolaş olanın yaşayacağı bir yer değil, diye kanaat getirdi yaşadığı yere. Duymuyorsan çocuk sesini, yolun düşmüyorsa parka, yeşilliği göremiyorsan ve pencerenden içeri güneş ışığı sızmıyorsa az ömürlü ruhun toprağa biraz daha yakınlaşıyor.