Güneşin, bulutların arasında kâh görünüp kâh kaybolduğu bir ikindi vaktinde kalabalık bir caddenin ortasındaydı. Kafası ziyadesiyle doluydu. Nerede olduğunu bilmeden, başını eğerek yürüyordu. Aldırmıyordu ne koluna çarpıp af dileyenlere ne de önünü kesip eline broşür tutuşturmaya çalışanlara. Yalnız arada bir iki eliyle kafasına vuruyor, hayıflanıyordu. Reva mıdır bana yapılan, diyordu. Nasıl bırakacaktı her şeyi, tüm hayatını dolduran hayalini ve nasıl gidecekti eve bu halde? İşitmemiş olsaydı keşke bugünkü sözleri. İnliyordu şimdi. İnliyor, hıçkırıyor, başı dönüyordu sanki. Bir ara nihayet rast geldiği bir banka oturmak ve biraz düşünmek ihtiyacı hissetti ve oturduğu gibi ardına yaslanıp derin bir iç çekti. Şimdi tam karşısında uzanıyordu deniz; güneş toparlanmış gidiyordu, martılar sakince süzülüyordu karşısında. Ellerini göğsünde bağlayıp biraz vakit geçirdikten sonra uyandığından bu yana yaşadıklarını düşünmeye başladı. Güneşli, hafif bulutlu bir güne gözlerini açmıştı. Güneşliği kenara itilmiş tül perdeli geniş pencereden gün ışığı odasına sızıyordu. Gözlerini birkaç kez ovduktan sonra pencerenin dışarısına odaklandı. Sakin bir semtte oturuyorlardı. Şehirde yaşadıkları için dedikodu, söz, horata işten değildi. Olsa bile yapmak istediği şeyde bir yanlış göremiyordu. Hatta bunu başardığında kendisiyle iftihar edecekti. Evin içine odaklandı sonra; işte asıl korktuğu, çekindiği ortamdı burası. Hemen hatırına getirdi ki dün annesi ona "Babanın izin vereceğini mi sanıyorsun?" demişti. Hakkı vardı. Farkındaydı ki teknoloji, gelişen, yenilenen birçok şey onlara ağır geliyordu artık. Yeni şeylere açık olmak bir yana artık eskiye dönmek istiyorlardı. Her neyse, demişti. Belki... Belki korktuğu gibi olmaz, babasını ikna edebilirdi ama heyhat! Şimdi hayaline giden yol kapanmış, bir bankta oturup gözyaşı döküyordu. Gözyaşlarını silip düşünmeye devam etti, sabah ne kadar da azimli ve kararlıydı. Kahvaltıdan sonra babası ve annesini oturma odasında otururlarken bulmuş ve söylemenin tam sırası diye düşünmüştü. Ürkek bir şekilde odaya girip bir köşeye oturmuş ve uygun bir an kollamıştı ama ne yazık ki eylemde bulunmak çok zordu. Sonra düşünmüştü ki eğer hayallerinin peşinde koşmak istiyorsa bir şeylere cesaret etmek, bir yerden başlamak zorundaydı. Bu cesur düşüncelerden sonra kendisini toparlayıp "Baba... Babaa..." demişti. "Baba keman kursuna gidebilir miyim... Babaa..." Ama sesi çıkmıyordu. "Babaa... Baba lütfen..." Dudakları kıpırdamıyordu... "Babaa..." Allah'ım dudaklarım yapışmış gibi. Onları aralamak bu kadar zor muydu, diye düşünmüştü. Düşünmüştü ki bu kadar zor muydu konuşmak? Söyleyemiyordu, sesini çıkaramıyordu, konuşamıyordu... Bir kez daha denemek istedi çünkü çok istiyordu hayalini gerçekleştirebilmeyi. "Baba..." İşte söyleyebilmişti sonunda ve bu yolun geri dönüşü yoktu artık, laf ağzından çıkmıştı. Babası ve annesi başını çevirmiş, ona bakıyordu artık. Annesi zannınca anlamıştı olacakları ki dudağını ısırıyordu. Şimdi sözüne devam etmeliydi. "Baba," dedi, "bu yaz keman kursuna gidebilir miyim?" Babası donmuş gibiydi. Ancak bir iki dakikadan sonra söze başlayabildi. Ondan öncesi gözle görülür bir sükût ve deli gibi çarpan kalbiydi. Babası, "Kızım böyle bir şeyi senden beklemezdim, bu tür şeyler ailemize yakışmaz, sana da bir fayda sağlamaz! Böyle böyle sapkınlaşmana müsaade edemem, o lanet şeye asla rızam yok!" demişti. Bu sözler üzerine annem de "Yapma bey, belli ki heves etmiş, kurs yeri de eve pek yakın, gider gelir, olmaz mı?" demişti ama nafile. Ne annesi ne de kendisi babasını ikna edebilmişti. Üstelik babası bu yazı geçirmeleri için hep birlikte dedesinin yanına köye gitmelerini istiyordu. Zannınca babası onu köye gönderip keman çalma isteğinden uzaklaştıracaktı. Yanılıyordu çünkü o her düşündüğünde bütün vücudu, bütün uzuvlarıyla keman çalma arzusunu hissediyordu. Bu duygularla odasına çekilmiş ve yaklaşık bir saat düşünmüş, düşünmüş ve bir karar vermişti. Kararı anne babası köye gitsinler idi. O da burada yaz okuluna giderdi. Hem yaz okuluna hem de keman kursuna ama anne babasının köye gitmeleri şarttı, zira gizlice koca keman çantasını alıp sırtına değil dışarıya çıkmak, evde barındırması bile çok zordu. Güneşin tam ortada olduğu bir vakitte tekrar odasından çıktı ve yaz okuluna gitmek istediğini anne babasına söyledi. Bu kararı gayet olumlu bir şekilde karşılanmıştı, ayrıca anne ve babası köye de gideceklerdi. Hayaline bir adım kaldığını düşünmüştü artık ama heyhat! Yanılıyordu... İşte şimdi yeniden süzülüyordu yaşları. Onları silip düşünmeye devam etti. Olumlu cevabın ardından biraz hava almak suretiyle dışarı çıktığı gibi kayıt yaptırmak için kendisini kurs görevlisinin karşısında bulmuş ve keman kursuna kayıt yaptırmak istediğini söylemişti. Görevli de baştan kaydını yapacağını söyleyip sonra da lafı dolandırarak sayının yetersiz olduğunu, yeterli istek olmadığı sürece de kursun açılamayacağını söylemişti. Düşünmüştü. Olsun, belki sayı tamam olurdu. Buna ithafen görevliye kaç kişinin eksik olduğunu sormuştu. Görevli de keman kursunu sadece kendisinin istediğini ima etmişti. Üstelik sayı tamam olsaymış bile keman hocası yokmuş... Bunları söylerken kekeliyordu karşısında. Düşünmüştü. Bu sözler, bu beklenmedik ve acımasız sözler hayaline giden yolu belki bir süreliğine belki de sonsuza dek kapatmıştı artık. Kendisinden başka kimse keman çalmayı öğrenmek istemiyor diye o da öğrenemeyecekti. Başka bir açıdan, kurs merkezi sadece bir kişi için hoca tutamazdı, tutmasın da zaten. Kafasında o düşünceden bu düşünceye atlarken yüzünü ne derece somurtmuştuysa artık görevli ona başka kurslar önermeye başlamıştı ama hayır! Başka bir kurs istemiyordu. O kurs olmalıydı çünkü ücretsizdi. Ücretlisine yetecek parası yoktu. Umutsuzluk hastalığına yakalanmış düşünceleri başını ağrıtmaya başlamıştı ve ağrı arttıkça artıyordu. Kurstan çıktığı gibi kendini bilmez bir halde yürümüş yürümüş ve nihayet bir banka denk gelince oturmuştu ve şimdi baktığı her yeri kasvetli görüyordu. Başı zonkluyor, ağrıyor... Gözyaşları süzülüyordu.