Ve ayrılık! İnsanoğlunun doğuşuyla dünyanın sadık ve acımasız dostu kendini gösterdi. Eğer bir Aşık Veysel edasıyla “Benim sadık yârim kara topraktır.” anlayışına sahip değilsek, her zaman korkup kaçtığımız bir liman olmuştur sevdanın ayrılığı. Oysaki ne sevdalar geçti gitti şu kısacık ömrümüzde. Ama yine de kabullenemedik, yakıştıramadık sevdanın ayrılığını hayata ve kendimize. “Ayrılıklar da sevdaya dahil.” sözü bir kabullenişin, bir tesellinin sessiz çığlığı olsa da yüreklerde, bir yanımız hep Attila İlhan kaldı.
“Ben sana mecburum bilemezsin.”
Vazgeç(e)medik tüm ayrılıklara rağmen sevmekten. Sevdanın zirvesine yaklaştığımız, ayrılık ve barışma arasındaki incecik çizgide, vedaların yeşerdiği o anda bile “Acaba?” dedik. Bir ayağımız hep geri gitti.
“Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum…”
Peki neydi ayrılık? Sadece fani olan bir kişiye duyulan sevdanın bitmesi ile fani olmayana doğru ilerleme yoluna geçiş mi? Tasavvuf anlayışındaki ilahi aşkı bulma çabası mı? Yoksa ayrılığın ertesi onu bir daha görememenin vereceği hüzün mü? Belki de hayatta herkesin başına gelen tek şey! Velhasıl ayrılık, birçoğumuz için kabullenmemiz gereken acı bir gerçek. Her sevdanın sonu ayrılık olmasa bile. Ama ondan çok daha acı bir gerçek vardır. Yaşarken ayrılığı tatmak. Yürek ayrılığı! Ölüm ayrılığını hepimiz duymuşuzdur da peki bu yürek ayrılığı neyin nesi? Aslında olay çok basit. Çağımızın soğukluğuna kendimizi verip de sevdada yüreği devre dışı bırakınca yürek ayrılığı oluyor. Ve bunu bazen öyle hunharca yapıyoruz ki... Severken, hissederken, güvenirken. Belki de yapmak zorunda kalıyoruz. Sadece bir robot gibi kurulu ama bazı şeyleri duygusuz yaşıyor ve yapıyoruz.
Farkında olmadan çağımızın getirdiklerine haddinden fazla değer verip gitgide onlara benziyoruz. Soğuk bir metal hayatımızdan çok ruhumuza egemen oluyor. Ve nihayetinde sevdamızı buz kesilmiş bir ayrılığın kucağına bırakıyoruz. Geriye sadece birkaç anı, ne zaman çekildiği belli olmayan fotoğraflarla üç beş mektup kalıyor. Tıpkı kışa aniden yakalanıp tüm yapraklarını dökmüş bir erik ağacı gibi. Ayrılığımızı yürekten atamayacak kadar aciz ve eksik yaşıyoruz.
Ve sevdalar! Peynir, ekmek gibi tüketip sabahına pişman olduğumuz. Çılgınca sevmeler ve sonucunda oluşan ayrılıklar. Hani seven terk etmezdi sevdiğini; ama en ufak bir sorunda başlıyor yürek ayrılığı. Geride kalan bir çift yaşlı göz. Belki de içten içe şükrediyor "ölüm ayrılığı" olmadığına. Bir yerlerde hâlâ nefes alabildiğini bilmek az da olsa huzur veriyor. Nerede eski ayrılıklar, ayrılmanın eşiğinden dönen sevdalar? Nerede severek ayrılmak zorunda kalanlar? Nerede o kocaman yürekler?
Aslında tam da burada yüreği ayrılığa kefen biçilmiş sevdalar! Her dinlediğimizde ruhumuzu titretip bizi duygu seline kaptıran segah perdesinde bir şarkının nakaratında saklıdır. Buram buram mecburiyet kokar. Biraz da severek ayrılmanın verdiği acı.
"Ahval-i âlemden yâr sorsa bana
Müptelayım canım gibi tenime
Muhabbet bir yana ben de bir yana
Güzel sevmek zarar değil dinime."
Bu dizeler bir aşığın haykırışıdır. Haykırır haykırmasına da güzel sevmek de bazen yürek ayrılığı getirir. Hangimiz severken ayrılığa mecbur edilmedik ya da hangimiz severken bile isteye yüreğimizi o sevdadan ayırdık? Hadi gelin hep birlikte yaralı bir aşığın haykırdığı gibi haykırarak, bağlılık yemini edelim.
"Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.
Yalnız senin aşkın ile ruhum solacaktır.
Son darbe-i kalbim yine ismin olacaktır."
Ey yürek ayrılığı yaşayan! Hayata, karamsar bir insan gözleriyle baktığımı düşünme. Sakın da beni yargılama. Günümüzde insanları sadece ölüm ayırmıyor. Yürek ayrılığı denen bir gerçek var. Yürek ölüyor bir bakıma. Yüreğini yaşatmaya çalışanlara nispet ederek...