Kendimle olmayı, hep kendimle olmama rağmen kendimle oluşumun en saf halini, şu halimi, sessizliği ve kendimi özlemiştim. Dün gece gözlerimi kapattım, gökte yedi yıldız saydım, gökten düşen elmalar insanların hayatına hep tatlılıkla dokunurdu ama, nedense bana acı olanlar denk gelmişti. Aldırmadım. Yorgundum. Gözlerimi kapattığımda gördüğüm karanlığın ardında hep aynı şehir canlanıyordu. Yürüyordum, yanımdan düdüklerini öttüren trenler, istasyonda trenin ardından ağır adımlarla ilerleyen insanlar geçip gidiyordu. Küçük çocuklar, üşüyen ama ayrılığın acısıyla yanan gözlerinden yaşlar dökerek gülümsüyordu. Bense yürüyordum; bekleyenim yoktu, beklediğim yoktu. Geçip gidiyordum hayatından içinden.

 

İnsanların hiçbirine değmemiştim, ağızlarından çıkıp havaya karışan sıcak nefeslerini hissetmemiştim. İnsanlar yaşıyordu, ama yaşamlarını duymamıştım. Duyduğum tek şey, yanımdan geçip giden trenin raylar üzerinde ilerlerken çıkarttığı sert, kaba ve sanki her an öfkeyle bütün rayları parçalamak isteyen sesleriydi, kulaklarımı tırmalıyordu. Yanımdan geçip giden tren, içinden geçip gittiğim hayat sert, kaba ve katlanılmazdı, belki de beni parçalamak istiyordu, bana öfkeliydi.

 

Usulca omuzlarımı silktim, yüzümü boynuma doladığım atkıma gömdüm ve o çiçeksi kokuyu içime çektim. Hayatın bana öfkeli oluşunu, trenin paslanmış ve artık rengini kaybetmiş demirlerini, güneşin bugünlerde dünyadan bu kadar uzak oluşunu umursamıyordum. Kafamı kaldırdığımda gördüğüm yüzler, yanındaki küçük çocuğun elini sanki birazdan fırlayıp gidecekmiş de hayatına bir veda daha eklenecekmiş gibi tutan, saçları beyazlamış, gözleri belki vedalarla belki yıllarla çökmüş bu yaşlı adam, kışın soğuğu ve yakıcı duyguların acısıyla nemlenen gözlerini tülbentinin ucuyla silen bu yaşlı kadın, hatta yaşlanmış ve tombullaşmış elleriyle titrekçe tuttuğu tülbentinin ucundaki işlemeler bile beni, ilgimi bir yerden yakalıyordu. Yürüdüğüm her an etrafımda gördüğüm bu duygu dolu yüzlerde kendime ait bir şeyler buluyordum. Kimi gözler acıyla kısılıyor, titreyen dudaklar acımasızca ısırılarak durdurulmaya çalışılıyordu. Ağlamamak için yumruklarını sıkan genç erkeklerde uzak bir hatıranın gölgesini görüyordum. Yabancı olmadığım bir fısıltı kulağımın yanından hızla geçiyordu, adımlarım yavaşlıyor, gözlerim düşünmenin ağırlığıyla kısılıyordu. İstasyonlardaki kırmızı duvarların şahit olduğu vedalara, arkasını dönmüş ağır ağır yürüyen adamlara, kederle düşmüş omuzlara aşinaydım. Gözlerini gökyüzüne kaldıran kadınlarda, etraflarında olup biten bunca hüznü anlamlandırmaya çalışan çocuklarda, üzerinden sayısız veda treninin geçtiği bu rayların hepsinde ruhuma dokunan sayısız el vardı, tanıdıktı. İçinden bir gölge gibi, hayalet gibi, yüzünü ve kimliğini kaybetmiş bir insan gibi geçip gittiğim hayatınsa üzerimde bıraktığı hiçbir izi yoktu. Hayata, yaşamın ta kendisine, nefes alıp verdikçe inip kalkan göğsüme, dudaklarımdan süzülüp havaya karışan nefese büsbütün yabancıydım. Kendimi yalnızca insanları izleyerek ve onlardan anılarını izinsizce çalarak var olabilen biri olarak görüyordum.

 

Geçip gittiğim hayatlar, yakaladığım bakışlar, oyalı tülbentleri titrekçe tutan eller, hepsi ruhumda bir şeyleri besliyordu. Bense hep yürüyordum, bedenimde bacaklarımdan ve gözlerimden başka kullandığım hiçbir uzvum yoktu. Hayat boştu ya da dopdoluydu; ruhum doldukça zihnim boşalıyor, her an hayatın öfkesini üzerime çektiğim hissine kapılıyordum ama yürümekten bir an olsun vazgeçmiyordum. Yaşamak denilen eylem, önüme sonunu göremediğim bir yol olarak seriliyordu. Ağaçlar iki yanımı kaplamıştı; kahverenginin, yeşilin, ayağımın altına serilmiş, her adımda havalanan tozlu yolların hepsi el ele tutuşmuş gibiydi, bir bütündü. Yürüdüğüm yol renkleriyle, ağaçlarıyla, içten içe bana takındığını bildiğim alaycı ifadesiyle bir tablo gibiydi. Bense bu ahenkli tablonun içine bırakılmış bir yabancıydım, ait olduğum yer neresiydi bilmiyordum. Boynumda yine aynı, çiçek kokulu atkım vardı, ama ben yüzümü her zaman yaptığım gibi atkıma gömüp inceden gelen yasemin kokusunu içime çekmedim. Bunun yerine kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Tüm insanlığın, dünyanın üzerine bir muşamba gibi serilmiş gökyüzüne.

 

Milyarlarca insanın üstüne çekilen bu örtüden, milyarlarca elma düşmüyordu; şans elması, mutluluk elması, işte kurtuldunuz elması yalnızca üç taneydi. Yalnızca üç tane. Omuzlarımı silktim, elma beklemeyi çoktan bırakmıştım. Önümde uzanıp gidecek yıllar hakkında hiçbir şey bilmiyor ama hissediyordum; o üç elmadan hiçbiri bana gelmeyecekti, belki de kimseye gelmeyecekti. Elmaların hepsi, yüksek fiyatlara cepleri dopdolu olan insanlara satılmıştı.

 

Yıldızlarsa hala benimdi; dün gece gözlerimi kapattığımda yedi yıldız saymıştım; yedi umut, yedi bekleyiş, gözlerimi kırpmadan izlediğim yedi parlaklık. Ne var ki, saatlerce izlediğim o ışıklardan hiçbiri gözlerime sirayet etmemişti. Hala kopkoyu siyahlarım vardı; bir çukur gibi, kuyu gibi, yıldızsız kalmış zifiri bir gece gibiydi, silahtı belki de. Yalnızca baktıklarını değil, onlara sahip olan beni de her geçen gün içine çeken tehlikeli birer silah gibiydi gözlerim.

 

Bu gözlerle hayatın içinden geçmiştim, hayatın içinden biraz dolaşmaya çıkmış bir insan hafifliğinde yürüyerek geçip gitmiştim. Duymadan, hiçbir yaşımda, hiçbir ânımda gerçekten var olmadan yürümüştüm. İstasyonlardaydım, kırışmış yüzlere bakıyor, nemlenen gözleri kışın sert, insanın teninde bir kırbaç gibi şaklayan rüzgarına veriyordum. Tozlu yollardaydım, ruhumu besleyecek insanları arayarak ama bulamayarak yürüyor; yanımda uzanan ağaçların dallarında, yapraklarında alaycı bir tebessüm hayal ediyordum. Hiçbir zaman kafamı kaldırıp bakmadığım tüm bu güzellikler var gibi gözüken ama olmayan benliğimle alay ediyordu. Ayağımı bastığım her toprak parçası yüzüme, yaşamayı beceremeyen, sahip olduğu ruhu yalnızca insanların anılarına, gözyaşlarına, tülbentlerine borçlu olan bir ahmak olduğumu haykırmak istiyordu. Bense yürüyordum, umursadığım hiçbir şey yoktu. Yıllar önce elime aldığım acı elmayı hayal kırıklığıyla bir halının ortasına fırlatmıştım. Sanki o gün bacaklarımın varlığını ilk defa keşfetmiştim ve koşmuştum; hırsla, şiddetle, dövercesine açtığım demir kapı ardımdan ikinci kez çarpmamıştı.

 

Hayat sadece yürüdüğüm bu yoldu, ne kapılar vardı ne de elmalar. İstasyonlar, insanlar ve onların anıları zihnimdeydi. Hava soğuk değildi, boynum boştu, burnumun ucundaki beyaz yasemin çiçeği çoktan solup gitmişti. Belki yürüdüğüm bu toprak yolun bir köşesine atmıştım onu, üzerine tozlar konmuştu, solmuştu. Belki o tozları ben havalandırmıştım ve onun inceden gelen kokusu, saflığı, beyazı, yaşamı artık yoktu; ölmüştü.

 

Bense onun yanından geçip gitmiştim, öylece, kalbimde bir ağırlık hissetmeden, hiçbir şey hatırlamayarak ve bir kuş hafifliğinde yürüyerek, yalnızca yürüyerek, hiç var olmadan, önümde uzanan yolun bilinmezliklerine doğru yürüyüp gitmiştim.

 

Ben hayatın içinden, çaldığım anılarla geçip giderken hayat her gün beni bir sokağın önüne getiriyor ve durduruyordu. Karanlık, dar ve kirli olan bu sokağın önünde duruyor ve ellerimle bedenimi yokluyordum. Hayattaydım; gerçekliğine inanamadığım bedenim, her an biraz daha boşalarak düşüncelerden uzaklaşan zihnim, ben, tam burada, yaşadığım tek gerçeklik olan evimin önünde vardım, yaşıyordum. Tozlu yolları zihnimin bir kenarında bırakmıştım, alaycı ifadeleriyle bana bakan ağaçların yerini kuru dallar almıştı, yeşil yoktu. Ruhum, her gün istasyonlarda, kaldırımlarda ardı ardına düşen adımlarda, yüzlere zorla yerleştirilmeye çalışılan o samimiyetsiz gülüşlerde yakaladıklarıyla dopdoluydu. Tüm gün yürümüştüm, tüm gün hayatın içinde, kendi içimde yürümüş ve çalmıştım. Ellerimde hüzünler vardı. Sıkı sıkıya kapattığım avuçlarımda kaçıp gitmesin diye korkuyla ve kuvvetle elinden tutulmuş çocuğun izleri vardı. Etime geçen tırnaklarımda bir direniş vardı, ağlamayı reddeden gözlerin, hüzünle kasılmış kalplerle verdiği bir savaşın acısı vardı; ellerimi, daha ziyade ruhumda bir yerlerde kendine yakın bulduğu anılarımı acıtıyordu. Duvarlara çizilmiş resimlere bakan gözlerim kısıktı, hava karanlıktı, gücünü kaybetmiş sokak lambası ne sokağı ne de beni aydınlatıyordu.


Paslanmış demir kapıya uzanan ellerim tıpkı kanı çekilmiş bir beden gibi bembeyaz kesilmişti. Gördüğüm tüm hayatların ağırlığı, acısı yalnız ruhumu değil bedenimi de yoruyor, her an bir yerlere yıkılacak bir çuval gibi kendimi zorla sürüklüyor, odamdaki sandalyeye bırakıyordum. Hayatı dolu dolu yaşamayı çoktan geçmiştim, kendimi gördüğüm tek yer tüm gün çaldığım anıları sindirmem için pencerenin önüne bırakılmış bu sandalyeydi. Hayata karanlık bir odadan, bir pencerenin ardından bakan gözlerim hüzünlü bir tabloydu, belki de ait olduğum yer orasıydı. Hüzünlüydüm. Odamda ışığım yoktu, pencerem güzel bir manzaraya değil gecenin karanlığıyla birer canavara benzeyen ağaçlara, kuru dallara bakıyordu. Ardına kadar açık olan kapım kimseyi beklemiyordu. Seslere, adımlara, içinde gülüşen ailelerin olduğu evlere arkamı dönmüştüm, kimseyi beklemiyordum. Zihnimde bir yola dönüşen hayat, gözlerimi açtığımda gördüğüm bu pencereye dönüşüyordu. Sonsuz değildi, bilinmezliği yoktu; pencerenin ardındaki o kuru dallar, biraz ilerideki beton duvar tüm netliğiyle karşımda duruyor, belki de bana, gidilecek başka bir dünyanın olmadığını hissettirmeye çalışıyordu. Günlerimi geçirdiğim bu pencerenin önünde çaresizliği öğrenmiştim. O duvarı aşmaya çalışmış, aşamadıkça üzerine çiçekler çizmek istemiştim ama her gün gece çökmüş, karanlık çiçeklerimi yutmuştu. Sarılarla, kırmızılarla dolu atkılar örmüş, burnumun ucuna bir yasemin çiçeği koymuştum. Bilmem hangi sabahın gecesinde, nereye attığımı bile bilmediğim, şimdiyse çoktan tüm güzelliğini kaybetmiş bir yasemin çiçeği.


Tıpkı o çiçek gibi diğer beyazlar da solmuş, üzerimize serdikleri örtüden ışık geçmez olmuştu. Dünya karanlıktı, içim karanlıktı. Işıksızlığı yalnız geceleri değil, gözlerimi açıp etrafa bakmak istediğim her an hissediyordum. Göremiyordum, karanlıklar içinde kalmış duvarı, rengi solmuş çiçeklerimi, duygularımı, anılarımı göremiyordum. Ellerimle bedenimi yokladığımda hissettiğim tenin sıcaklığı kalbimde yoktu, gözlerim boştu. Hayat bir yoldu, istasyondu, oturduğum bir sandalyeydi, baktığım pencere, karanlıkta kalmış kuru dallar. Solgundu hayat. Tıpkı resimlerim gibi, çiçeklerim gibi içimde solup gitmişti. Geriye bir ben kalmıştım, bir ben, sıcak bir beden, çalınmış anılar, ısmarlama yazılar.


Her gün var olmak uğruna çalıyordum, çaldıkça soluyor; odamdan çıktığım her an hayata karıştığımı sandıkça, sanrılarımdan penceremin önüne bağlanıyordum. Kafamı eğdim. Bembeyaz ellerimi hissizce penremin camına yasladım. Ellerim soğuktu, pencere soğuktu, dışardaki rüzgar dalları dövüyordu. Gözlerimi kapattığımda gördüğüm karanlığın ardında hep aynı şehir canlanıyordu. Yürüyordum, hayat zihnimde bir yol oluyordu. Titreyen eller havaya kalkıyor, yumruklar sıkılıyor, kışın sert rüzgarı tülbentlerin işlemelerini havalandırıyordu. Yollar tozluydu, çocuklar gülümsüyordu, ağaçların dallarında hep aynı alaycılık vardı. Bense buradaydım. Karanlık odamda oturmuş, hiçbir ucundan yakalayamadığım hayatı bir pencereden izliyordum, ellerim camdaydı. Pencerelerim kapalıydı ama kapım açıktı. Önümde duran hayata yollarımı kapatmıştım, sırtımı döndüğüm kapıdansa girecek kimse yoktu. Hırsla açtığım hiçbir kapı ardımdan ikinci kez çarpmamıştı.


Dün gece yedi yıldız saydım. Yedi umut, yedi bekleyiş, gözlerimi kırpmadan izlediğim yedi parlaklık. Her şeyi içine çeken dipsiz gözlerimin karanlığını bulaştıramadığı yedi ışık. Ne ardımda kalmış kapıya, ne bu karanlık odaya, ne de önümde duran kuru dallara, uzun beton yığınlarına benzemeyen yedi farklılık. Dün gece üzerinde oturduğum sandalyemde yedinci yaşımı düşündüm. Dünyanın henüz kararmadığı, muşambadan ışıkların sızdığı, içimdeki ruhun kendini karanlıklar içinde boğmadığı ve benim çalmaya başlamadığım hayatımın ilk yedi yılını. Sonra unuttum. Gözlerimi kapattım ve tozlu yollarda solmuş bir yasemin çiçeğinin yanından geçip gittim.