Sarı sarı, çıtkırıldım yaprakların üzerinde karışlıyorum sokağı. Sokak benim varlığımdan habersiz. Yağmakla yağmamak arasında mekik dokuyan yağmurun, artık rahatsız edici düzeydeki ritimsizliğine, yine de tahammül edebiliyorum. Gökyüzü, onunla bir derdim olduğundan habersiz.


Ellerimi hırkamın ceplerine sokuyorum. Bakışlarım yerde, adımlarımı seyrediyorum. Yağmur damlalarının aksine, adımlarımın bir ritmi var, bir düzeni. Sağ ayağımı öne atmamın ardından sol ayağımın ne zaman onun önüne geçeceğini biliyorum. Bu bilmek, bir nefes alma ihtiyacı doğuruyor, unuttuklarımı hatırlıyorum.


Nasıl var olduğumu, dünyaya kafa tutmak için nasıl yanıp tutuştuğumu, zamanı içimde nasıl hissettiğimi, ağrıyan yanlarımın dilini, ağaçlarla ve rüzgârlarla nasıl konuşulduğunu unuttum. Kavramların yalnızca görülen, duyulan yanlarıyla yetinmenin nasıl acı verdiğini unutmadım. Ben, pencerenin önüne konan kuşta yalnızca bir çift kanat, bir gaga, bir çift donuk göz, yürüdükçe ileri geri oynayan bir boyun görmek; onun nereden geldiğini ve neler gördüğünü, rotasını merak etmemekle cezalandırıldım.


Sessizliğin içinde kılıktan kılığa giren, oktav oktav gezinen bir ses duyuyorum. Kaldırıyorum başımı ve sese doğru bakıyorum. Bir grup insan geçiyor yanımdan. Aralarından biri, ne anlatıyorsa artık, ağzından çıkan kelimelerin her birine bürünüyor. Ellerinin savruluşu, bakışlarının canlılığı, yüzünde gördüğüm ve teninden bağımsız o parlaklık… Kalbim tekliyor. Zihnim karışıyor. Damarlarımdan bir ışık süzülüyor ve bedenimi dolduruyor. Isısıyla yanıyorum başta. Sonra yuvamı anımsıyorum. Coşku, diyorum. Tutku. Bolca yaşam.


Tanımadığım bir insanın, bilmediğim bir anısında, daha doğrusu o anının şimdiye dönüşümünde izlediği yolda, özlemini çektiğim şeyi buluyorum. Yaşamayı özlüyorum. Yaşamı hissetmeyi, onunla uyum içinde dans etmeyi ve geniş zamanda var olmayı. Göğüs kafesimdeki afetleri, Tanrı'yı, dünyanın her ucunu, inanmadığım İsa’yı, kutsallığı, birlikte koştuğum kurtları ve beni kendimden alıkoyma cüretini gösteren her şeye kaş çatmayı.


Annesine ihanet etmiş bir çocuğun utancı ve merhamet ihtiyacıyla dönmek istiyorum hayatın kucağına. Dizine yatayım, saçlarımı okşasın. Bana, pencereye konan kuşları anlatsın. Sorduğum her çocukça soruyu şevkle ve şefkatle karşılasın ve bir kuşun gagasında dünyaları yaratalım en baştan.


Adımlarımın ritmini bozuyorum. Duruyorum, yürüyorum, yavaşlıyor ve hızlanıyorum. Yapraklar hışırdıyor uyumsuz bir ahenkle. Sese kulak veriyorum. Bu benim yeniden doğuşumun ezgisi.


Yaşamın renklerine, dünyanın siyah ve beyazları karışıyor aniden. Yaprakların kimi hâlâ sarıyken, kimi kaybetmiş rengini. Bedenimi bir korkudur, yalayıp geçiyor. Yürüdüğüm cadde, sırat köprüsüne dönüşüyor. Yaşam ve dünya arasında bocalıyorum; annemin kucağından koparılmaktan korkuyorum. Bir şarkı mırıldanıyorum telaşla, söyledikçe yumuşuyor sesim. Boşalmamaya karar vermiş bulutlara dikiyorum gözlerimi. İnat ediyorum, göreceğim kendimi. Uzun uzun bakıyorum. Bulutlarla kavga ediyorum- dilimde, ne dediğini bilmediğim o şarkı.


Damla damla akıyor gözlerimden yaş. İşte! Ağlıyorum! Ağlamak! Evet, ağlıyorum! Yaşamın elçisini sunuyorum dünyaya! Çok birikmiş mektuplar; hepsinin önüme yığılmasını seyrediyorum. Yaşam dediğimin, benim içimdeki dünya olduğunu fark ediyorum. İç ve dış, doğru ve yanlış, iyi ve kötü. Siyahın zıddının beyaz değil, renkler olduğunu görüyorum. İşte o an, beyazı da sevmiyorum.



The Threatened Swan,  Jan Asselijn (1650)