Yürüyorum gurup vakti, denize doğru. Yeni sayılamayacak binaların, harabelerin yanında kıymete bindiği bir sokakta. Denize girmek istiyorum fakat havlum yok yanımda.
Sahil kumunda izmaritler, mantarlar ve içki şişeleri; şimdilik biralar çoğunlukta ama gece olunca geçer şaraplar. Şaraplar gece içilir diye bir kaide yok ama gece daha bir rağbet görür bu meret. İzmaritler ölü sayılır mı? O halde koca bir mezarlık mı bu kumsal? Ya da kumsala yarı gömülü şişeler özlem giderirler mi kumlarla? Yoksa, derin bir mahcubiyet içinde midirler? İnce bir sızı belki de... Meşe ağacı görseydi mantarın halini, canı yanar mıydı?
Aklımı kurcalarken bu sorular, gördüm seni. Güneşin kızıl şavkı yüzünü parlatıyordu, bu vakit güneşi selamlayan herkes gibi. Denize girdim, hatırlamıyorum sıcaklığını falan suyun. Aklım sendeydi. Topladım cesaretimi konuşmak için. Yoktun kıyıda, belki de hiç olmamıştın. Çıktım, kurulandım giysilerimle. Karardı hava, ben de.
Bilirsin hep mazlumun tarafında olurum, ekledim mezarlığa birkaç garmircur yuvası, birkaç mina mantarı ve birkaç izmarit daha.
Gelmiyor içimden şarap demek. Benim içtiğim hatta ikram ettiğim kumlara, aşık olduğum aya, sonra hemen seni hatırlayıp yalnız kalmasın diye aya başka birini bulmaya kalktığım, ''Deniz mi güneş mi yoksa yakamoz mu?'' diye düşündüğüm kızılla; sizin içip cinayet işlediğiniz, dünyayı kirlettiğiniz kızıl bir olamaz. Sanki hiçbiriniz aşık olmasını bilmiyorsunuz.
Gözüme gözükmeyen bir sigara yaktım, dumansız. Sen çektim içime. Vermedim nefesimi... Ayın şavkı yakamoza dönüşürken sen geldin yanıma uyuttun beni.