Cümlelerin tamamının en başına başlamak kadar korkutan bir diğeri ise cümlelere hiç başlayamamak idi. Eşit korkudur ya da dengesiz bilinmez. Kullanım kılavuzu ve daha nice kurallarla hapsedilmek, bir kümeye. Üstelik kesişimi olmayan A kümesine. Alt kümesini kaybetmiş, B kümesiyle kesişmeyi bekleyen, boş küme tanımlı A kümesine.


Kümese. Hapsolmak, kokmak, yumurtlamak ve yumurtasını yemek.


Doğur beni önce, sonra ye. 



Kafasında her günden fazla olmayan çoğu yarım kalmış cümlelerle uyandı. Hikayenin kahramanı belli tabii, herkes az biraz kendini yazar.


Sonuna üç nokta konulması gerektiği öğretilen yüklemsiz cümlelerin imla kurallarına inat, sadece nokta koyarak gününe devam ederdi. Herkesin biraz fazla Türkçe dersi aldığı bir eğitimden geldiği halde, kendini ifade edebildiği kelime azlığında çoğu zaman yakınlarınca gülünç olan bir iletişim alanı vardı bu kahramanın. Kahraman (!) Sanırım birileri bir hikayenin içinde olunca onlara artık kahraman denilebiliyor.


Havalı. 


Bu hikayenin kahramanı, senin. 


Herkesin hikayesi güzel değildir. Benimki güzel. Anlatabilirsem eğer. Bir filmi çekmekle izlemek nasıl aynı değilse ondan. Her neyse, ben buna potpuri diyorum; yüksek dram, heyecan, bolca gerilim ve çok seslilik. 


Ses demişken, hikayeme başlayayım.


346 gün önce.


Aksi bir ses duydum yan odadan. Yan oda kafamdan, bir ses. Yazma diyen. Herkesin vardır yan oda kafası, benimki 1+1 idi fakat yaş aldıkça sığmaz oldum odalara, genişliyor. Oda sayıları daha çok olan alanlar açtım kendime. E tabii böylece bakması da zorlaşır oldu. Temiz bir insan değilim. Yan oda kafalarımın sürekli dağınık ve pis olması ciddi bir temizlikçiye ihtiyacım olduğunu düşündürtüyor bana. Kimi bulurum pisliğimi temizleyecek? 


Bugün odalarımdan yalnızca birinde kalmak istedim. Birinci kat, dört numaralı oda. Oldukça sessiz, sıkıcı ve küçük bir oda. Bir tane bej kanepem var. Bir de duvara yapıştırılmış led ışıklar zinciri. Kanepeme yatıp onları izliyorum. Duvarların rengi bej kanepemin tonundan koyu. Koyu demek istiyorum. (Türkçeyi kullanma şeklimle alay eden dostlarım geliyor aklıma.)


Bejlik. Bej. Güzel bir kelime olduğundan bu odaya layık görüyorum. Tüm gün çıkmadığım nadir olur, dedim ya sıkıcıdır. Ama bugün çıkamıyorum. Bej oda böcekleri tek türdür; sivrisinek. Sinekler de böcekten sayılıyor mudur? Her neyse. Bu odayı genelde önemli kararlar alırken kullanırım. Ve önemli kararlar almanın bendeki en meşhur sonucu ise kaşınmak olur. Ben düşünürüm onlar ısırır, ben düşünürüm; ben kaşınırım, onlar devam eder. Güzel bir hazdır bu. Düşünürken vücudumun her yeri kaşınmaya başlar, ısırıklar arttığında alacağım karara yaklaşmak üzereyimdir. Kaşıdığım yerlerim şiddetle kanamaya başlarken sonuca oldukça yaklaşmışımdır. Ve işte, kanlar ve kararlar. Bu bej odanın hastasıyım! 


Değişik kararlarım oldu bugün. Sadakatle ilgili ve sevgi. 



28 gün sonra.


Bir ses daha. Şimdi başka bir yerden bakıyorum. Duvarların rengini göremediğim bir oda burası. Kusmuk kokusu ve sessizlik birbirine karışmış sanki. Üstümde büyük olduğuna emin olduğum fakat ağırlığını bilemediğim bir taş var. İnce bir iple tam üzerimde asılı. Aklıma gelen tek soru ise 1 kg demir mi ağırdır, 1 kg pamuk mu?


Üzerimdeki şey beni öldürür mü bilmem ama düşüncesi beni gerçekten öldürüyor. İp ha koptu ha kopacak derken tam yirmi beş gün geçti. İlk günler fark etmemişim meğer ipi tutan birileri varmış. Karanlıkta bir iki çift gözü görünce bağırdım:


-Heyy sen! Siz! Kaç çift gözsünüz benim ölümümü elinde tutan? Kaç çift fısıltı var orada!


Ses yoktu. Bildim ama emindim. Orada birileri vardı. Ya ipi tutarak taşın üstüme düşmesini engelleyen birileri ya da ipi bırakmak için an sayan birileri. Emin değildim. Olamazdım. 


Ancak belki bir dostumun sesini duysam ya da herhangi bir insan, dese ki ben buradayım ve ölmene izin vermeyeceğim, işte o zaman bir nebze rahatlardım belki. Fakat hiç ses yok, ses ve ışık.. O kadar büyük ki kaç metrekaredeyim bilmiyorum. Sadece karanlık, ekşi bir koku sadece. Peşimi bırakmıyorlar.


Fısır fısır fısır.. Bir sürü fısırtıya dönüştü bir anda sesler. Biliyorum beni konuşuyorlar. Ne kadar korkunç görünüyorum onlara kim bilir. Korkmuş, aciz, çıplak.


Yalnız.



13 gün sonra.


Günlerdir hareket etmedim. Taşın altında öylece oturdum. Bejli odada aldığım kararları düşündüm. Hiçbirinden pişman olamadım. Hata olduğunu kabul ettiğim şeylerden pişman olmadığım için ben mi kötüydüm? Bilemiyorum. Yine de en çok ipi tutan o çifter gözlerin kimler olduğunu düşündüm durdum. 


Yalnızca kendi sesimle varım günlerdir. Her çıt sesini sayar oldum. Ama onlar da çok azlar. Öyle çok, avazım çıkasıya bağırdım ki ipin ucundakilere, of hem de neler dedim! Hiç cevap yok. 


Vazgeçtim artık ölmeyi bekliyorum. Belli ki kahrolası bu odada kusmuk kokuları içinde öleceğim. Yemek yok, su, yok, ses, yok, tamam. Kabul.



4 gün sonra.


Kendi sesimi duymayalı tam 4 gün oldu. İnsan kendi sesini unutur mu? En azından 4 günde unutmadığı belli. Artık öldüğümü sanıp belki giderler diye günlerdir sesimi çıkarmadım. Fakat hala orada beni izliyorlar. Bu korkunç! Öfke tüm bedenimi sarmaya başladı. Başlamak ne kelime, öfke tam da şu an beni tüketiyor. Onları bir elime geçersem, ah bir geçirsem! Ne cürettir ki bu bir kelimem dinlenmeden bu odaya hapsedildim. Ne haktır bu! 


Ah bir ses. Bilmediğim bir ses duydum. Daha önce hiç duymadığıma eminim olduğum bir ses. Birden parlak bir ses: 


-Bu kadar büyük bir odada neden taşın altında oturuyorsun? dedi.


Buna verecek cevabım kolay bir yerlerden bulunup söylenecek gibi değildi. Haklıydı. Fark ettim ki kimse beni oturduğum sandalyeye bağlamamıştı.


Uzunca bir süre düşündüm. Sanırım çok uzun bir süreydi.


Peki ben neden taşın altından kalkamadım? Kalkmadım mı? Aslında hep taşın düşmesini mi istedim kaçıyor gibi görünerek? Hayatımın sonuna bir kaza süsü vermek mi istedim? Her yardım çığlığım yalan bir serzeniş miydi? Ne çok soru koşturdu birden.


Aman allahım! Çıkmalıyım bu odadan. Şimdi, koşarak!



32 gün sonra.


Bağlı olmadığımı fark edip o lanet odadan çıktığımda tam 12 gün koştum. Hiç durmadan, arkama arada bir göz ucuyla bakarak koştum. Ne yöne gidiyorum diye düşünecek fırsatım bile olmadı. Yolda bir tane bile bana yardım edecek insan bulamadım. Çığlıklar atarak, ağlayarak koştum. Yalnız. 


Yolun sonunda bir su birikintisine çıktım. Yüzmekten öyle korktum ki bir süre su kıyısında etrafı gözetlemeye karar verdim. Sessizce büyük bir çalının altına kıvrıldım. Tam yirmi gün o suyu uzaktan izledim. İçindeki hayvanları, rüzgara göre yönünü, gece oluncaki rengini izledim. Yirminci gün uyandığımda, ah o güneş ne güzel parlıyordu. O parladıkça suyun üzerine vuran gölgeler tam da yerini bulmuş gibi davranıyordu. Tamam dedim, gireceğim bu suya. Bu mavi su benim için en güzel yol artık. Gecesi gündüzüyle aynı renk ve dalgasız. İçinde küçük kırmızı Japon balıkları var ve kıyısındaki tüm çiçeklerle iyi anlaşıyor. Tamam dedim, giriyorum.



286 gün sonra.


Ne çok zaman geçti. Artık ne az geliyor aklıma o bejli oda. Ve daha kötüsü o kocaman kayanın olduğu oda. Ne kadar zor hatırlıyorum artık kayanın bağlı olduğu ipi tutan o iki çift gözü. Bana iyilik mi kötülük mü ettiklerini ne az düşünüyorum. Geriye tek bir şey kaldı sıkça düşündüğüm. Neden bağlı olmadığım halde o kayanın altında oturduğum. Nasıl göremedim önümü, arkamı, sağımı, solumu. O gözlerden yardım dilenirken aslında tek yapmam gerekenin sandalyeden kalkmak olduğunu nasıl göremedim? Ya o ses bana fark ettirmeseydi? Ya bana “Bu kadar büyük bir odada neden taşın altında oturuyorsun?” demeseydi. Ne zaman fark ederdim ki acaba o ızdıraptan kolayca kurtulabileceğimi? 


Bu cümleler yinelenince zihnimde diyorum ki, çok zaman geçti. Kalktın ya o sandalyeden, kaçtın ya o karanlıktan, kapadın ya kulaklarını o korkunç fısıltılara, yeniden inanıp koştun ya ileri, tosladın ya en sonunda masmavi en güzel deniz’e, düşünme artık diyorum. Yüz. Çünkü rengi çok güzel ve seni asla boğmaz. 


Yüz.


Çünkü rengi çok güzel.