Yürüyen bir ölünün, bir cenaze töreninin geçidinde, tabutun başına kanatlarını kabartarak ve küçük gözlerinde parlayan kibriyle bütün öfkeleri, şemsiye darbelerini, kışt seslerini bastırdığında ve lanetlendiğinde ilk kez beş yaşına basmıştı karga.

Atalarının ona aktardığına göre önünde uzun hatta sonsuz denilecek kadar uzun bir ömür vardı. Bu yüzden hayatta iki şeye güvendi, zamana ve o beynini yiyip bitiren farelere, şeytanlara, kulaklarından dumanlar çıkartan devinime, zekâya…

Ve atalarının öğretileri doğrultusunda “en iyi hırsız” o olmalıydı, tilkiden bile daha iyi…

Herkesten -kartaldan- daha yükseğe uçmalıydı, görebilmeliydi en tepeden o bilinmezi; gizlenen, saklanan her şeyi…


Susmalıydı karga; gözlerinde bilginin, inceliğin zerre lekesi, parıltısı olmamalıydı. Dünyanın en aptal canlısı olsa bile gizemiyle hayatta kalabilirdi. Çünkü önemli değildi ne olduğun, nasıl göründüğün mesele!

Karga bu kısa ve öz deneyimi elde edebilmek için çok zorlu yolları aştı, sağ kalması mümkün olmayan göçleri sapasağlam tamamladı. Gökyüzünde taklalar atıp şenlikler yapacağı yerde ya da o “güzel sesiyle” şarkılar söyleyip naralar atacağı zamanda yuvanın besin ihtiyacını karşılama görevini üstlenmişti. Çünkü bütün kardeşlerinden önce uçmayı o öğrenmiş ve annesi de pek yaşlanmıştı. Ailenin av olmaması için annesiyle birlikte uçması gerekiyordu.

Bu yüzden aşmadığı dağlar, denizler, ormanlar, vadiler hatta çöller kalmadı. Kar kış, yağmur, rüzgâr, bulut, güneş, doğanın bütün olayları hatta yıldırım ve şimşek her koşulda yaşam yolculuğunu sürdürdü. Biraz daha gücü olsa aslan bile avlayabilirdi.

Biz alt-insanlar gibi erken yaşta hayat mücadelesine girmişti karga. Girmişti az, tam ortasından dalmıştı. Kocaman burnu ölümle yaşam arasındaki dengeyi ölçüyordu. Gözleri riskleri fark ediyor ve kanatları manevra alanlarını hesaplıyordu.

Karganın bu çabası hiçbir şekilde karşılık görmüyordu. Bir kere masallarda “gaaak” diyerek peyniri tilkiye kaptırmış, dahası aptal durumuna düşmüştü. Sonra daha evvelden kuzgunla karıştırılmış ve karanlık bir yanı olduğu düşünülmeye başlamıştı. Karga hem hayvanlar âleminden hem de insanlar âleminden uzaklaşıyordu.

Sonra şiirler, sonra efsaneler ve büyücüler...

Ve akşamları yalnızca su içmek için ya da tavukların artıklarını yemek için konduğu su kuyuları…

Ancak karga hakkındaki bu kara miti haklı çıkaran beş yaşındaki tabut olayıydı. Garip bir tesadüfün -ya da takdiriilahi- sonucunda karga bir önceki akşam çatısına konduğu adamın ertesi günü tabutuna konacaktı. Bu uğursuzluğun sonucunda artık karga karanlık taraftaydı. Tüyleri istediği kadar ak, gri hatta kızıl, kırmızı veyahut papağanlar gibi sarı, mavi, yeşil olsun hiç fark etmezdi. Artık karga demek kara demekti, kara demekse kargayı çağırırdı.

Anneler çocuklarını korkuttu, babalar, kumarda kaybettikleri parayı ve yoksulluğu ondan bildi. Keşke dünyada bir tane bile karga olmasaydı böylelikle bütün uğursuzluklar hatta belki ölüm bile bu insanların yakasını bırakacaktı.

Öyle ki bir zamanlar cadı avcıları gibi karga kovucular çıktı. Bacalardan süpürgeyle vurdular, çatılara yakılar yaktılar, tütsüler tüttürdüler, büyüler yaptılar. Öyle ki ak ruhları çağırdılar. Yehova’ya inananlar ona yalvardı. Müslümanlar Rabb’ine sığındı, Hıristiyanlar Tanrı’nın oğlu İsa’ya el açtı.

Öyle ki çocuklar bile kendi aralarında birbirleriyle kavga ederken ya da şakalaşırken kara karga demeye başladılar. Elbette bazıları hariç. Onlar karganın gerçekten bu denli kötü olacağına ve çocukları alıp Kaf Dağı’nın eteklerinde bırakıp terk edeceğine hiç inanmadılar. Yine de şüphelenmiyor değillerdi. Alay etmek dışında karganın ismini anan kimse yoktu. Fısıltıyla bile olsa “Kargaa!”

Bir avuç çocuk hariç...


Günlerce, aylarca, belki de yıllarca bu dışlanmışlıkla oradan oraya gitti. Sıcak yaz günlerinde bir damla su ve bir avucun yarısı kadar yem için güvercinlere yalvardı. Ne zaman bir şehre, o şehirde bir sokağa ya da parka konacak olsa ya taş atıyorlardı ya da bastonla veya şemsiyeyle küçücük gövdesini dürtüklüyorlardı. Bir ara terk edilmiş evlere, kondu mahallelere gitmeye yeltendi. Oralarda biraz nefes alır gibi oldu fakat uğursuzluk yine onu bundu.

Terk edilmiş hatta artık yıkılıp dökülmüş evin son duvar kalıntısına tünemişti karga o gece. Evin baktığı bayırın yukarısından iki şarapçı naralarla, bağırışlarla gelmiş bu harabenin içine girmişlerdi. Henüz yıkılmamış iç kısımda uzun dört karton vardı.

Şarapçılar anlaşılan burayı mesken edinmişlerdi ve onları çiyden ancak bu dört karton koruyabilirdi. Ateş yakamıyorlardı çünkü hemen polis damlıyor, karakola götürüyordu. Dayak olmasa nezarethane onlar için daha iyiydi. Dört duvar ve bir de çatı sonuçta.

Sidik kokan kartonları serdikten sonra yırtık pırtık ceketlerine büzüştüler. Şarabın etkisi geçmeye başlayınca titreme başlayacaktı. Sonrası “Allah kerim!”

Sabah olduğunda polis çevre güvenliği için her tarafa “olay yeri inceleme” yazan o sarı şeritlerden çekmişti.

Bir savcı, iki üç zabıta, bir ekip otosu ve dört polis, hırkalarıyla göğüslerini kapatan iki kadın ve meraklı bakışları ve iki ölü bedenin üzerinde çökmüş duvarın molozları, kalıntıları….

— Arkada çingene hurdacı, balyozunu ve keskisini hazır ediyor; ayıracak demirleri.


Bir küçük çocuk buraya karganın geldiğini herkese yetiştiriyor.

Duvar çöktükten sonra dokuz tur atıyor karga, hiç almadığı riskleri alıyor hatta rüzgâra karşı bir direnç bile göstermiyor, ta ki düşecek duruma gelene kadar…

Bir irtifa kaybediyor sonra tekrar yükseliyor. Tıpkı intihar etmek için denize açılan bir adam gibi.

Karga bir süre sonra kibrini yenemeyeceğini ve bu yüzden de hayatına son veremeyeceğini anlıyor. Bu sefer bir caddeye daha doğrusu o lanetin başladığı caddeye iniyor. Yıllar geçmiş gibi geliyor ona, belki zaman onun yaşamında daha hızlı akıyor.

Karşısında kocaman bir reklam panosu dikilmiş göz kırpıyor. İyisi kötüsü olmaz.

Karşısında şeytan belirmiş. “Gel,” diyor “omzuma kon.”


Karga “Buraya bakarlar” yazan yere baktığında artık bu lanetin bekçisi olmayı kabul ediyor. Varlığını yeniden tazeliyor, o yıkılışın hafifliğini, değişimin endişeli belirsizliğini duyuyor.

Geceyi kabul ediyor karga ve “kötülüğü” hem de Baykuş’la düello pahasına.

İdeaları reddediyor, erdemi ve ahlakı da.

Gökdelenlerin kendisinden yüksekte olmasını kabul ediyor ve masallardan telifsiz, tazminatsız üstelik aklanmadan ayrılmayı…

Karga kabul ediyor ve hoş görüyor artık annelerin çocuklarını onun varlığıyla korkutmasını…

Ve ölüme gözcülük edeceğine yemin ediyor üç kere üst üste, dudakları titremeden.

Kara büyüyü ve sessizliği dünyanın her yerine götüreceğine söz veriyor Karga, kanatlarında taşıyacağı virüslerin bir gün kendisini öldürebileceğini de göze alarak.

Karga yenilgiyi kabul ediyor ve artık hayattan, gelecekten hiçbir şey beklenmemesi gerektiğini.

Yenildi.

Saat kaçtı?

Yıl kaç?

Mevsim buhranlardan hangi kan?

Geceler sayıldı mı, şafakların sökükleri dikilip gündüzlerin gözleri oyuldu mu?Öyleyse kaç zayiatı var güneşin ve iyimserliğin kalbinde kaç delik, şehrin kaburgalarından girip de çıktı uzayın sırtından kaç mermi?



Artık karga lanet şövalyesinin gölgesiydi. Nereye uçsa orada savaş, kırım, çölyak, veba ve en iğrencinden binbir türlü ölüm…

Karga artık üç silahşörlerin dördüncüsüydü. Ve boynundaki tılsımla neredeyse durdurulamaz bir güç elde etmişti. Öyle ki bir parkın üzerinden bu tılsımla geçtiğinde önce bir rüzgâr gelir ve şiddetlenir sonra güvercinler uçuşur ve en sonunda ağaçlar ya gövdesinden yarılır ya da kökünden sökülürdü.

Öğle vaktinde uçarken bulutlar güneşin önünü kapatırdı. Karga bir şehrin üzerinden geçerken bütün ışıklar kırılır, bütün çizgiler bozulur ve her şey, zaman eğilip bükülebilirdi. Bu bir araba olabilirdi kimi zaman, kimi zaman bir ev ya da zaman. Tılsım o kadar güçlüydü ki Paris’te sıradan bir insan evine hiç gidemeyebilir ve sonsuza dek işten çıkıp ışıklar kırmızı olduğunda durmak zorunda kalabilirdi.

O isterse her şey bir balçığa, bir bataklığa akıp gidebilirdi.

Karga bu tılsımı elde edene kadar yıllar geçti. Tılsımın nasıl kullanacağını öğrenmesi de bir o kadar sürmüştü.

Karga otuz yaşına geldiğinde artık tüyleri kırçıllaşmaya başlamış ve eskiden olduğu gibi bir çırpıda otuz mil gidemez olmuştu.

Yaşlanıyordu, pişmanlıkla, endişeyle yaşlanıyordu. Gamla geliyordu, gözleri buğulanıyor, uzaklar daha da uzaklaşıyordu. Bir kanat çırpmayla her yere gidebilirdi. İnsanların erişemediği ve belki de asla erişemeyeceği her şeye sahipti.

Yaşlanıyordu, arkasında bıraktığı yıkımı görmeye başladığı için yaşlanıyordu. Bir kinle kabul ettiği ve koruduğu anlamsızlık onu yiyip bitirdiği için ve bir zavallıya dönüştürdüğü için yaşlanıyordu.

Çağın gereklerine ayak sürümeye başladığı için yaşlanıyordu. Yine de Karga dokunulmazdı. Çünkü tılsım hâlâ ondaydı ve o tılsıma göz koyabilecek pek kimse yoktu.

Yine de yaptıklarıyla saldığı bu nam, Ağrı’da, Kaf’ta ve hatta Washington’daki tanrılar katında bile dilden dile dolaşıyordu. Onu takdir edenlerin hepsi, arkasından kuyusunu kazıyordu.

Yüzüne gülenler de şeytandı, yüzüne güldükleri de. Ve kendisi de en az onlar kadar şeytandı.

Yaşlanıyordu ve pişmandı.

Gölgelerin sarsılmaz iradesi, göğsünde toplanan iltihaba ve irine daha ne kadar direnecekti. Küçük gözlerine bir bıçak gibi inen perde ve giderek kısılan kaba ve saldırgan sesi daha ne kadar ben varım, buradayım diyebilecekti.

Yine de dokunulmazdı.

Gün milenyuma doğruydu artık, sonsuzluğun karnından, -Zeus’un kıvranışlarından- bir çocuk sancılarla, acılarla, gözyaşlarıyla yine inatla, kanla çığlıkla geliyordu. Tedirgin bekleyişlerin, sık voltaların, pencere kenarında yakılan sigaraların dumanında geliyordu.

Kadının acılarıyla geliyordu ve adıyla başlıyordu. Ebelerin kireç gibi suratıyla ve insanı çılgına çevirecek sakinliğiyle, hastanelerin yabancılığıyla geliyordu.

Havadaki kızıl kasvet, karıncaların birden çoğalıp, yeryüzüne Ergenekon’u delip çıkması, sık yağmurlar, her şeyin durduğu yerde bile hareket etmesi, sessizliğin içine karışan kirli gri bağrışlar ve denizlerle, dalgalarla birlikte çekilen dolunay….

Gün milenyuma doğruydu. Ve Karga dolunayın peşinden kanlı geceye, geyiksiz geceye, kadere doğru süzülüyordu. Ona sorsan rüzgârın biraz tersliği dışında hava çok güzel ve her şey çok olağandı.

Kayda değer bir şey yoktu.

Karga yirmi yedi mil uçtuktan sonra biraz soluklanmak istedi. Güvercinlerin yanına konduğu parka yöneldi ve en büyük ağacın en yaşlı dalına “gaaak” diye kondu.

Gün milenyuma doğruydu, vakit akşamdı, her şey birbirine yaklaşıyordu, çok olağan hızıyla…

Tesadüf o ki, bir gürbüz çocuk kimsecikler yokken bir elinde dondurma ve boynunda sapanıyla tıngır mıngır geziniyordu. Mahallenin en zorbası ve en yaramazıydı o. Bu yüzden de bisiklet çetesinin liderliğini ona vermişlerdi. Gürbüz çocuk herkesten önce evden çıkar ve eve de herkesten sonra girerdi. Böylelikle diğer çocuklara bilmedikleri ve asla bilemeyecekleri gibi tam olarak da inanmayacakları şeyler söyleyebiliyordu. Hayalet ve avcı efsanesi sonra katil bisiklet cambazı hep onun hikâyeleriydi.

Çocuk öyle gezinirken bizim kara büyülü karganın çirkin sesini duydu. Dondurmayı yavaşça yere bıraktı, nefesini tuttu ve ayak uçlarına basarak ve ellerini hafifçe iki yana açıp parmaklarından dört veya altısını büzerek etrafına bakındı.

Karga sanki hiçbir şey olmuyormuşçasına öylece tünemiş dinleniyordu. Bir aralık aşağıya baktı. Parktaki havuzdan su fışkırmıyor, sokak lambaları çok cılız bir ışık yayıyordu. Fakat Karga gürbüz çocuğu görmüştü.

Göz göze geldiklerinde çocuk çoktan cebinden taşı çıkarıp sapanına yerleştirmişti.

Karga acıyla dolu “gaaaaak” diye inledi. Çok dengesiz yakalanmış ve bu yüzden de yere çakılmaktan kurtulamamıştı. Gürbüz çocuk can çekişen kargayı muzaffer bir edayla avuçlarının arasına aldı.

Karga, çocuğa “Her şey tamam, şimdi yaşadığımı hissediyorum çünkü dokunulmaz olduğumu anladım.” dedi.

Koynundaki tılsım altı kere parlayıp yedincide söndüğünde milenyumun göbek bağı çoktan kesilmişti.