Dar ama canlı bir sokakta gece olmak üzere. Zihnimde, bedenimdekinden daha ağır bir yorgunluk var. Kendilerini kanıtlamak ve göstermek için bulunmaları gereken yerlere doğru giden ucuz insan yığınlarının arasında yürüyorum. Sokak lambalarının yaydığı güçsüz ve loş sarı ışık, sokağın iki yanına dizilmiş barların ışığıyla karışıyor ve kadınların ucuz makyajlarını parlatmaya yetiyor. Dolgun dudaklar ve birbirine benzeyen burunların boyalara bulanmış hali... Yanlarındaki adamlarsa kollarına taktıkları pahalı eşyaları ve bakımlı sakalları ile kendilerini önemli hissediyorlar. Yer yer ayakkabısız dilenciler de var. Bunca yapmacık ve gösterişli ışıltının ve yüzün arasında, belki de onların ayaklarında hissettikleri soğuk; tek gerçek olan bu sokakta. Bu yapmacık insanlardan onlara para verenler de çıkıyor, belki vicdanları rahatlıyor böylece, belki ve daha yüksek ihtimalle sadece yerde soğuktan ve açlıktan kıvranan bir adama para verebilecek konumda olduğu için para veriyorlar. Yerde yatan dilencinin bunu sorgulamaya niyeti ve hali yok. Hep aynı kahkahaları duyuyorum bu sokakta, birbirine benzeyen o yapmacık gülüşler, kelimelere ve bedenlere hapsolmuş aşklar... Birbirinin bedenlerine ve cüzdanlarına aşık olmuş çürümüş ruhlar, sokağın iki yanına dizilmiş barlardan gelen ve birbirini bastırmaya çalışan o gürültülü müzikler... Yan yana olan ve birbirinin egosunun üzerine çıkmaya çalışan insanlara ne de çok benziyor bu barlar. Dışları süslü ve ışıklı, içleriyse pislik kokuyor. Dışının süsü kendisinin güzel görünmesi için değil, yandaki bardan daha çok dikkat çekmek için. Cüzdanlara aşık olan aşağılık kadınlara ne de çok benziyor bütün bu barlar. Ve cüzdanlarına aşık olduğunu bildiği halde bu kadınlarla beraber olan midesiz adamlar kadar iğrençler. Sokağın sonuna gelmek üzereyim, ellerim üşüyor ve cebime sokuyorum. Cebimdeki bozuklukların soğuğu parmaklarıma geçse de ellerimi cebimden çıkarmıyorum ve devam ediyorum. Dar sokağın sonundayım.

Sokağın sonu yokuş bir caddeye bağlanıyor. Yokuş yukarı çıkmak zorundayım, bir minibüse binmem gerekecek. Araba ve motosiklet gürültüleri eşliğinde yokuş yukarı çıkmaya başlıyorum. Durağa varıyorum. Yeni kalkmış olmalı, minibüsü bekliyorum. Boş bir bina için bekçilik yapan bir bekçi var durağın yanında, beni çağırıyor kulübesine. Saçları sadece kafasının yanlarında ve arkasında kalmış olan bir adam bu. Yüzünde, üzerinde bir tutam sakalın biriktiği büyük bir ben var. Gözleri büyük, yuvarlak. Kısa boylu, yöresel bir ağızla konuşan cahil bir adam. Beni, minibüsü oturarak beklemem için çağırıyor. Aslında bunun önemi yok, gitmemek daha iyi ama oraya gidiyorum. Bana üzerine eski bir minderin konmuş olduğu beyaz plastik sandalyeye oturmam için işaret yapıyor. Kulübe oldukça dar, sadece ikimiz sığabiliyoruz ve ön cephesi tamamen cam, yolu görüyor. İçeriyi aydınlatan tek şey, küçük eski tüplü bir televizyonun yaydığı ışık. Televizyonun üzerinde olduğu küçük sehpada eski gazeteler ve anahtarlıklar da var. Gazete kokusu sarmış kulübeyi. Oturuyorum; memleketimi, neden orada olduğumu, adımı soruyor. Bütün bu önemsiz bilgiler elbette onun da umurunda değil ama sessizlik daha gürültülü oluyor. Sorularının cevaplarını veriyorum ve karşılıksız bırakmamak için aynı soruları ona yöneltiyorum. Onun cevapları da benim umurumda değil. İkimiz de bunların bizim için bir anlam ifade etmediğini biliyoruz. Ama bu ilkel nezaket oyununu oynamak şu an için gerekli. Benimle aynı yaşta bir kızı olduğunu öğreniyorum. Sonra kadınlarla ilgili mide bulandırıcı espriler yapıyor. İnanamıyorum. Bu adamın bir kızı var ve başkalarının kızları üzerinden iğrenç espriler yapıyor. Empati mi yapamıyor yoksa düpedüz bir salak mı bu adam diye düşünüyorum. Sonra ne fark eder ki diyorum kendi kendime. Her halükarda bu adam bir salak. Bu esprileri kesmesi için ona bağırmak, onu azarlamak istiyorum. Ama yapamıyorum bunu, bir şey engelliyor beni. Ondan korkmuyorum, ondan çekinmiyorum. Zoraki bir gülümseme ile geçiştirmekle yetiniyorum bütün bunları. Belki bu iğrençliğe ortak da oluyorum böylece. Kendimden utanıyorum. İstiyorum ama engel olamıyorum. Bu beceriksizliğim, benim utanmama sebep olsa da aynı zamanda kendimi avutmam için de bir sebep oluyor. İstiyorum ama yapamıyorum. Avunmak için sebepleri ne kolay buluyorum. Nihayet minibüs geliyor ve onu çalıştırıyorlar. Ama bir süre daha minibüs açık halde bekleyecek burada. 

Bu iğrenç adamın yanından ayrılıyorum. Minibüse doğru adımlarım hızlı, oturmak için bir yer kapmam gerekiyor. Henüz hepsi dolmamışken bir yer buluyorum. Burası, o dar sokağın aksine gerçeklerle dolu. Ne garip, birkaç dakikalık bir yol var halbuki burası ile dar sokak arasında. İnsanlar arasındaki mesafe bu kadar yakın ve bu kadar uzak. Bu saatler, buradaki insanlar için kendini gösterme saati değil. Burası işten çıkmış, yüzlerinden yorgunluk akan ve ayakkabıları eskimiş insanlarla dolu. Bir adam var, üzerine bol gelen pantolonunun paçaları, boyası dökülmüş ayakkabılarının üzerine düşüyor. Üzerinde çalıştığı kargo şirketinin verdiği rengi solmuş, yıpranmış, eski bir üniforma var. Saçları yok ve kanlanmış gözleriyle oturmak için minibüsü süzüyor. Her gün yaptığı aynı şeyi yapıyor bu gece de. Ve yarın gece de ne yapacağını biliyor. Bu tekdüzeliğin farkında bile değil. Onun için hayat bu, öylesine içine işlemiş ve öylesine benimsemiş ki bu düzeni, artık canına hiçbir şey tak etmiyor. Yoruluyor, eziliyor ama başka bir şey bilmiyor. Memnun değil hayatından belki ama başka ne olabilir? Başka neyi yaşayabilir bir işçi? Her şey o kadar olağan ve normal bir hale gelmiş ki... Fark etmiyor. Derin ve ölümcül bir uyku... Bu uykuyu ona veren, bu sistemin sahipleri, kölelerinin çektiği bu işkencenin bir gün biteceğine dair onlara sattıkları umutlar ve güzel günlerin geleceğine dair içi boş, çürük bir inanç... Elbette gündelik sıkıntıları var ama bunlar gündelik. Hayata dair bir bakışı yok onun. Belki kirasını veremedi bu ay. Ne yapacak şimdi? Ev sahibinin genç oğlu onu azarlar mı acaba? Ne olacak, her gün bin kez kırılan gururu yine kırılır, başını öne eğer ve tamam der. Zihni bunlarla dolu işte bu adamın. Hayat nedir diye sormuyor kendisine. Bir insan başka bir insanı zengin etmek için var olmuş olmamalı. Böylesi aşağılık bir anlamı kabul etmemeli yaşamak için. Ama o, bunun farkında bile değil. Bu anlamsızlık, onun hayatının anlamı ve sebebi olmuş bile. O da herkes gibi kendi payına düşeni oynuyor. Nefes almayı yaşamak sanan insanlarla dolu minibüs. Her biri yarın sömürülmeye devam etmek üzere beklemek için evlerine gitmeye çalışıyorlar. Bu evlerde müzik dinlenmiyor, bu evlerde güzel anılardan bahsedilmiyor ama televizyonlardaki masallar memnuniyetle dinleniyor. Bu ev sadece barınmak için kullanılıyor. Barınmak ve yarını beklemek için uyunan bir durak. Belki evde aksi bir kocası var kimi kadınların, belki kendisini diğer kocalarla kıyaslayan acımasız karısı var kimi adamların. Kim bilir kaç kişiyi bekliyor mutsuz bir ev kapısı bu saatlerde. Gençlerden yer vermelerini bekleyen yaşlı insanlar da var, çoğunun umudu boşa çıkıyor. Kimse onları düşünecek durumda değil. Ama burada da yapmacık yüzler yok değil. Beş dakika oturmak için neredeyse birbirleriyle kavga edecek insanların yüzlerinde zoraki beliren bir gülümseme ile "pardon", "affedersiniz", "kusura bakmayın", "canım" demesi gülünç görünüyor. Bekçi ile birbirimize sorduğumuz sorular gibi önemsiz, anlamsız, yapmacık ama bazı anlar için gerekli. Her yerin insanları kendilerine biçilen bütün bu rolleri ustalıkla oynuyorlar her gece olduğu gibi. Başka bir rol mü bilmiyorlar, başka bir rol öğrenmekten mi korkuyorlar, yoksa herkes memnun mu bu rolünden ya da herkes ustalıkla oynadığı bu rollerinin farkında mı gerçekten... Bütün bunları düşünüyorum ve minibüs her geceki yoluna çıkıyor.