‘’Selahattin abi neredesin sen? Kemal abi nereye gitti?’’

Başını kaldırdığı gibi ağzından bu cümlenin çıkması bir oldu. Çimenlerin arasına rüzgarın kudretli ordusu savrulurken soğumak için her şeyini vermeye hazır çayını ağzına götürüp üfleyerek gözlüklerini buhar yaptı. Cebinden çıkardığı çakmağına sürttüğü başparmağında oluşan kömür renge bakarak kanının siyah olduğunu düşündü bir an için. Aslında insanoğlunun kanı yeşilmiş, haberlerde okumuştu Derviş. Fakat kan, atmosfer ile buluşunca kırmızıya dönermiş. Damarların yeşilliği de buradan gelmekteymiş. Ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu kendisiyle tartışırken her zaman geldiği kahvehanenin plastik taburesinde oturan Derviş’e Selahattin Abi’den cevap gecikmedi;

‘’Bir yere kadar gitti Derviş. N’apacaksın sen Kemal Abi’yi?’’

Birkaç saniye birbirlerinin gözlerinin içine baktıktan sonra ağzının çay ile dolu olduğunu ifade edip gözleriyle, bir şey konuşmam gerek, der gibi haybeciliğin zirvesinde açan ufacık iyilik tomurcuğunu Selahattin Abi’nin gözbebeklerinin içine işledi. Derviş için Kemal Abi ne ise, Selahattin Abi de o idi. Yaşadığı anlamsızlıkları birine, en yakınına anlatması gerektiğini düşünerek eliyle ayakta dikilen Selahattin Abi’yi yanındaki tabureye davet etti. Kış ayına geldiğini anbean anlamış olan kül tablası; muğber haliyle yüzük parmağı dahil olmak üzere her parmağında süzgeçten geçirip biriktirdiği izmarit küllerini ikisinin de giydiği siyah montlarının görünen karanlıklarına uçuşturdu. Salıncakta sevgililerini sallayan birçok insan, zincirlerin soğukluğuna maruz kalırken Derviş, kahvenin dış kapısına yeni asılmış Erzurumspor atkılarına dikkat kesilerek oturmak için çabalayan fakat bir türlü düşecekmiş hissi uyandırdığından düzgün yer arayışı içerisine giren Selahattin Abi’nin hazır olmasını bekliyordu, sırtındaki üçüncü gözüyle.

İnsanoğlunun üçüncü göz diye nitelendirdiği kavram birilerinin yanlışlarını görmesi üzerine göreve alınmıştı, başka bir halta yaradığı yoktu. Islak masaya yanlışlıkla koyduğu sigarasını çakmağın ateşiyle kurutmaya çalışandan farklı değildi. Birçok insan sayı saymayı gazetenin en ön sayfasında ‘’Haberin devamı 10. Sayfada’’ yazısını okuduktan sonra o haberin devamı niteliği taşıyan sayfayı bulma merakı ile oluşmuştu. En ideal öğrenim biçimi… Yaşam üzerindeki en hakiki tedavi ruhsal tedaviydi. ‘’Ben bu hatayı yapmadım,’’ diyerek geçiştirmek yerine ‘’Yaptıysam yaptım, ne olmuş?’’ diye ahkam kesilebilirdi, bir sefer olması şartıyla. Hatalar insana doğruyu öğretmez, aksine bir akşamüstü yaptığı ve pişman olduğu hatayı sorgularken kendisini dünyanın en büyük hatasının içerisinde bulurdu; Twitter’da umarsızca –ana teması özür dilemek olan- hashtag hilesi yaparak gündemde ilk sıraya oturmak! Ha bir de tütüne geçmek…

Derviş, elindeki telefonu değiştirmiş, tuşludan dokunmatiğe geçmişti. Bir haftadır bir kere bile araştırmadığı için telefonun ruhuna tuşlu telefon anekdotunu üfürmüştü. O günden bu yana canı fazlasıyla sıkkındı çünkü en ihtiyacı olan yılan oyunu yeni telefonunun ‘’Games’’ klasöründe yoktu. Bulgar kaçağı telefon olduğu öylesine belliydi ki Türkiye’de onu aktifleştirmek için kendisinden para bile istenmemişti. Teknolojiye ayak uydurma saçmalıkları Derviş’i de ele geçirmişti. İnsanoğlu oturduğu bir kafenin masasına –giriş kapısına tam çapraz, içeriye girenlerin dikkatlerini her halükarda çekilebileceği masa- eski telefonunu koymaya utanırken Derviş, yeni dokunmatik telefonunu koymaya çekiniyordu. Ne demişler? ‘’Coğrafya insanın kaderidir.’’ Orası kafe, burası kahvehane…

‘’Selahattin Abi, Allah aşkına şu telefonun dilini değiştirir misin gözünü seveyim? Tamam, kendime göre İngilizcem var da Umurca Köyü’nün kahvehanesinde de biraz Türk olmak istiyorum!’’

Bir telefona, bir de Derviş’e baktı Selahattin Abi ve uzatılan eli geri çevirmeyerek ayakkabı kutusunda yuva yapmış hazineleri, hazine avcısı misali gizlenmiş Ortodoks nicelikleri ortaya dökme çalışmalarına başladı. Settıng’lere girip Musıc’lerden çıka çıka, kalka bata telefonun dilini değiştirmeyi başarmıştı. Sağ elinin başparmağıyla ekranın tam ortasını, orta parmağıyla ise telefonun hizasıyla arkasını tutarak üç kez sistematik çevirdikten sonra Derviş’e elindeki çevirdiği telefonu uzattı.

‘’Selahattin Abi, sana danışmam gereken bir konu var. Hem de en acilinden! Bana yardım eder misin?’’

Derviş’in gözleri bir süre önündeki çayın yarılanmışına, hislerinin ise yaralanmışına odaklandı. Yağmur, çiselemek için gökten izin aldıktan sonra usulca yeryüzünün battığı darbeli refahın kirini temizlerken topyekün cennet marşlarıyla boyandı Erzincan. Yağmurun sonbaharı çaldığını Derviş o zaman hissetti. Damlalar, her yaprak dalına çarparken balyoz etkisi yarattığında dalından kopan her yaprağın ölümü ‘’Sonbahar daha bitmemiş,’’ denerek geçiştirildi. Denizin dibinden yahut kıyıya vurulmuşundan olan deniz kabuğundaki dalgalı demokratın beyaz sarayları dinlendi. Bir tablodan yola çıktı yazar. Bir yazar bilmediği şehrin ya da yeraltının derinliklerine doğru yola çıktı. Her şekilde yola çıkabilirdi insanoğlu. İlk başta başını çıkarırdı uzaklara, sonra teker teker tüm benlik olgularını… Çoğunlukla hisler, dönüşü olmayan yolculuklara çıkarılırdı, ondan habersiz. Her hareketi doğru yapmalıdır çünkü hisler, insanı çürütmekle meşguldür.

‘’Tabii ki yardımcı olurum Derviş. Ama baban yaşındayım biliyorsun. Koşturtma beni, masa işi olsun lütfen.’’

Eliyle içeriden birine çay kaşığı döndürürmüş gibi el hareketi yaptı ve gözlerini tekrardan odakladı. 

‘’Biz hangi mevsimdeyiz?’’ dedi Derviş ve konuşurken çayından aldığı yudum dilini yaktığı için cümlenin sonu gelince Selahattin Abi’nin karşısında kıvranıp durdu. Geçen sefer geldiğinde ilk başta bardağı ısıtmadıkları için soğuk çay içtiğini ifade eden ve hakaretler savuran Derviş’e adeta bu sefer ateşten çember gelmişti… Parmak mesafesi bile bırakılmamış çayın mecburen soğuması gerekti. Yine kızdı ama içinden. Tekrardan aynı şeyler yaşanırsa bir dahakine nasıl geleceğini tahmin edemiyordu.

‘’Kışta değil miyiz Derviş?’’ dedi işkillenmiş bir halde. Aniden öyle bir soru gelince doğrusunu unutmuştu. O klasik yüz ifadesini takındı. Sağ kaş biraz havada, normal olarak sağ göz biraz keskin ve ağız yapısı, kesin bir piçlik var, dermişçesine… 

‘’Ben mevsimleri karıştırıyorum Selahattin Abi,’’ dedi ve asıl cümleye başlayacakken Selahattin Abi ek ilave yaptı; ‘’Normaldir, herkes karıştırır.’’

‘’Olay çok farklı biliyor musun? Geçen günlerde terminalde oturuyordum. Hiçbir yerden alamadığım çayın tadını sadece o atmosferdeki karton bardak çaydan alabildiğim için kafeteryanın dışındaki üst geçit alanına çıkan merdivenlerde oturup çayımı yudumluyordum. Soğuktu, fazlasıyla soğuktu. Ağzımı ne zaman açsam sıcak havanın buluştuğu soğuk hava oracıkta kırağı düşürüyordu. Kafede oturan bir kadına rastladım. Aradan kırk dakika geçti ve biz o süre zarfında hiçbir şekilde gözlerimizi birbirimizin gözlerinden ayırmadık. Ne o yanıma gelip konuştu ne de ben… Ama çok farklı bir hisse kapıldım o an. Sanki hayatımı anlatmışım da üstümden koca bir yük kalkmış gibiydi. Sanki şu koca hayatım boyunca ilk defa birisiyle konuşmuştum. Bir saat oldu ve perona bir otobüs yanaştı, Denizli arabası. Kalkınmaya yeltenince mevsim değişti. Yandım, sanki cehennem sıcağıydı; terledim. Otobüste en ön koltuğa oturunca ayağa kalkıp otobüsün yanına gittim ve dışarıdan camın içerisine, ona bakıyordum. Tabii o da bana. Kısa süre içerisinde gitti. Hiç konuşmadan uğurladım. Ne adını ne de cismini biliyorum.’’

Ayağa kalkmak için tabureyi eliyle geriye çekerek masadan sıyrıldı.

‘’Öyle yani Selahattin Abi. İçimdeki hisler beni çürütmekle kalmayıp mevsimlerimi, zaman kavramlarımı değiştiriyor. Kısacası küllüğün parmaklarının arasına ne zaman bir sigara yerleştirsem, istemeden tablanın içindeki ölü izmaritleri tutuşturuyorum.’’

Selahattin Abi kendini silkeledi ve uyumaya yüz tutan gözlerini parmaklarıyla yukarısından ve aşağısından çekerek açtırdı. ‘’Üşütmüşsün Derviş. Geçen benim hanıma da oldu aynısı. Ben üşüyorum, o terliyor idi,’’ diyerek ustaca bir teşhis koydu ve ekledi; ‘’Benden ne istiyorsun?’’

Derviş, ayağa kalkınca ağrıyan belinin üstüne ağırlığını vererek bedenini arkaya doğru eğdi ve iki elini sırtının arka bölgesine yerleştirerek elleriyle destekledi. Belinin ağrısından ve yüzünün bu denli ekşimesinden kaynaklı zordan bir cevap verdi; ‘’Hiçbir şey. Dinlemen, yapabileceğin en büyük eylemdi. Neyse Selahattin Abi, çaylar sendenmiş diye duydum. Bu konuda konuşma hakkı tanımıyorum sana.’’

Hafif bir tebessümle Derviş’e baktı ve ‘’hayhay,’’ der gibi başıyla işaret etti. Derviş, arkasını dönerek kahvehaneden ayrıldı.

***

Her adımında ayakları şehir değiştiriyordu ve her adımında iklimlerle tanışıyordu saçları. Zaman geçtikçe saç telleri beyazlamaya başlamıştı. Evin yolunu tutmakta öyle zorlaşmıştı ki bedeni, ne vakit adımını atsa ömründen bir yıl daha geçiyordu. Bir kilometrelik yolda ne mevsimlere şahit oldu, ne yıllar geçti; ondan başka kimse bilmiyordu. Yeni yeni ilkbaharlar keşfetti ama en çok da yaprakların hiç olmadığı atmosferde sonbaharı tattığı zamanı unutamıyordu. Her gün öğle saatlerinde mutlaka ufak balkonunda en sevdiği defterine içini dökerdi. Aylarca tam Derviş’in yazı yazdığı saatlerde bitişikteki eve ambulans gelir, Kemal Abi’yi tedavisi için sürekli bir biçimde şehir merkezindeki hastaneye götürürdü. Hastalığından hiç bahsetmezdi Kemal Abi. Kim sorsa, önemli bir şeyim yok, derdi. Derviş, ambulans gelmedi mi endişelenir, dört gözle ‘’Geç kalmış olmalı,’’ diye söylenirdi. Dün ilk defa yıkıldığını hissetmişti. Aynı saatlerde balkonda yazı yazarken bir gözü ambulansın gelecek olan yolundaydı. Ama ne ambulans geldi ne de bir haber… O gün köy ilk defa bu kadar sessizdi. Bir saat boyunca yolunu gözlemişti ama evin önüne ambulans değil, yeşil bir cenaze arabası gelmişti. Bir an evin yolunu tutmuşken yolun ortasında duraksadı. Dünü ve bu sabahı düşündü. Aklına bu sabahki Selahattin Abi ile diyaloğu geldi. Gözünden bir damla yaş betona düşerken yüzünde hiçbir acı ifade belirmedi. Gözlerinde, hissizliğini koruduğunu ve sırf bu yüzden hiçsizliğiyle yaşadığı çatışmaları gördü. Selahattin abi başta olmak üzere köy halkından hiçbir insan, ölümünden geçen bir günün ardından Kemal Abi’nin vefat ettiğine inanmadılar. O, bugün yoktu. Neden yoktu? İşi çıkmış olmalıydı…

⎯ Selahattin Abi neredesin sen? Kemal Abi nereye gitti?

⎯ Bir yere kadar gitti Derviş. N’apacaksın sen Kemal Abi’yi?

Derviş, durduğu yolu tekrardan adımlamaya çalıştı. Yarım saat sonra evine vardığında vakit öğlen vaktiydi. Elindeki defter ile kalemi balkonundaki taburenin üstüne bıraktı, oturmak için sandalyesini çekti. Tekrardan bıraktıklarını eline aldı ve her zaman yaptığı şeyi yaptı; içini döktü.

‘’Bir akşam yattı ve gözleri sürekli akşamları görüp durmuştu. Nefesi, pencerelerin buğularını susuzluğa uğrattı. Sıkıştırmıştı atmosfer onu, elleri saçlarındaydı. Gözlerine gök çizdiğinde bakışları kırılmıştı. Uzuvları soluk soluğa kalmıştı ki, her nefes tebessümünü sarmıştı.

Bir sokağın köşebaşında ya da Galata Kulesi’nin taşlarında ellerini parçalarken görebilirdi karşılaşmanın asi tanrıça kutsallığını. Veyahut bir bulvarda Konstantinopolis’e selam verebilirdi İstanbul; o esnada da görebilmek mümkündü karşı kaldırımdan kendisine doğru gelmekte olan ayak izlerini. Bir mezarlığın karşısında dilenen insanın halinden anlardı ölümlü. Mezara et parçasından başka bir şey girmezdi, neydi para? Bir siyasetçi anlardı siyasetçinin birikiminden; demokrasi yalan, neydi teselli? En büyük yıldız güneş ise, neydi onun gözleri?

 

Tuzlu ellerimle seviyorum yanaklarını.

Dikenler yutuyorum bir akşam,

Dikenlere yatıyorum zaafımca.

Küçük bir defterdi, ünlü siyasici.

Siyasetçi demek yakışmaz bana, bilirsin. (…)’’


‘Fotoğraf şahsıma aittir.’