Zaman… Ne bir şeyin ilacı ne hayatlarımızdaki günah keçisi ne de tutunacağımız, bekleyeceğimiz bir olgu. Bizimle iletişime ve irtibata geçmemiş bir varlığı bu kadar suçlamak ve yüceltmek ne kadar mantıklı? Onun bizden haberi yok. Hiç sanmıyorum “bu insanın acısına merhem olayım” dediğini. Ya da “keşke beni geriye alsalar da bu hataları yapmasalar” diye hayıflandığını. Zamanın duygusu yoktur, ağzı, yüzü, kaşı, gözü yoktur. Her şeyden önce zamanın bir elinde tuttuğu ilacı yoktur. Küçük dünyalarımızda o kadar alışmışız ki suçu başkalarına atmaya, atacak kimsemiz kalmayınca o bizden bihaber olguyu seçiyoruz adı “zaman”. Bir insan akan bir nehirde boğuldu diye nehiri suçlayabilir misiniz? Sonsuzluktan bugüne kadar akan bir zaman da sıçıp batırdık diye zamanı suçlayabilir miyiz?
Ben yaptım, ben mahvettim, ben düzelttim, ben sevdim, ben ayrıldım, ben kaldım, ben gittim. Zaman bunların içinde yalnızca benim bir yoldaşımdı. Seçimlerimi ben yaptım, bu sebepledir ki öveceğim de, yereceğim de, bekleyeceğim de benim.
Zaman benim yoldaşımdır, aynı yolda yürüdüğüm. Yan yana, dip dibe.
Zaman benim arkadaşımdır, soru sorup kah akıllıca, kah ahmakça cevaplar aldığım.
Zaman benim sırdaşımdır, benim her halimin kaydını tutan ama kimselere söylemeyen.
Zaman içinde bir ben, benim içimde bir zaman... İç içe.