Ben bir seyyahım. Yalnız rica ederim aklınızda sırt çantasıyla yola çıkan, otostopla ilerleyen bir insan profili canlanmasın. Evet, eskiden ben de öyle yapardım. Keşfetmek benim doğamın değişemeyecek yegâne parçası olmuştur her zaman. Gittiğim ülkelerin, şehirlerin, yürüdüğüm sokakların, tanıştığım insanların sayısını bilemem. Tarihi yerler, eski yapılar gezeceğim yerlerin ilk sırasında yer alırdı hep. Bir müddet sonra -ki bu yirmi seneye tekabül ediyor- görmek için can atacağım, zahmetli yolculuklara katlanacağım yerler azaldı ve zamanla yok oldu. Kırklı yaşlarımın başında, yaşamımda amaçsız ve bomboş kaldım. Ailemden kalan evimde, bilgisayarımın başında, buhranlarımın içinde debelenirken onunla kesişti yolum. Hayatımın amacını bana geri veren kişiyle. Kendisinden fazla bahsedemem ama çok zeki olduğunu söyleyebilirim. Bembeyaz olmuş saçlarıyla, gözündeki büyük gözlükleriyle tatlı bir arkadaştı benim için. Nasıl bir bunalımda olduğumu biliyor, sürekli yardımcı olmaya çalışıyordu. Tanışıklığımızın üzerinden çok zaman geçmemişti ki evine davet etti beni. Hoş bir akşam yemeğinin ardından bana hediye etmek istediği bir şeyi olduğunu söyleyip bahçedeki garajına kadar kendisini takip etmemi istedi. Garajda gördüğüm şey; telefon kulübesi genişliğine sahip, bir insanın içinde ayakta durmasının mümkün olmadığı kısalıkta, kahverengi bir kutuydu. Bana bu kutunun neler yapabileceğini anlatırken yaşlı dostumu çok yorduğumu ve üzülerek söylüyorum bunaklıkla suçladığımı itiraf etmeliyim. İkna olmam ise son derece kolay oldu. Makinenin içine oturup -kullanımı epey basitti- doğum tarihimi tuşladım. Aniden sarsılmaya başlayan makinenin içinde içimin çekildiğini ve başımın şiddetli bir şekilde döndüğünü hissettim. Her yer sakinleşip de kendimi dışarı attığımda girdiğim şokun etkisiyle titredim. Doğduğum güne gelmiştim. İnanılmazdı! Yaşlı dostuma bana yapmış olduğu bu iyilik ve cömertliği için öyle çok teşekkür ettim ki. Zamanda yolculuk edebileceğim bu kahverengi kutu, beni bulunduğum amaçsızlık girdabından çekip çıkardı. 

Evet, ben bir seyyahtım. Zamanların içinde gezerdim. Geleceğin ilgi alanıma girdiğini söyleyemeyeceğim. Geçmişi ve yaşanmış tarihi olayları görmek ise paha biçilemez bir ayrıcalıktı benim için. Tarihler elimde oyuncak oldular zamanla. 312 yılında Constantinus, Roma'yı yöneten üç imparatordan biri olurken oradaydım. Askerlerin kılıçları, mızrakları, atları, onları koruyan zırhları ilk zamanlar beni büyülerdi. İmparatorluk sarayları gözlerimi kamaştırır, kazandıkları zaferler soluğumu keserdi. Bir çok devletin, imparatorluğun kuruluş ve yıkılışına tanık oldum. Bu yolculuklarımda çok büyük tehlikeler atlattığımı da bildirmek isterim. Salgın hastalıklardan, yabancılardan hoşlanmayan bölge halkından, askerlerden kaçtım. Hayatın Orta Çağ değersizliğini gördüm. Bizim zamanımızda çocuk diyeceğimiz yeni yetmelerin koskoca imparatorluğun başına getirilişine ve hatta Pers Kralı olacak II. Şapur'un henüz anne karnındayken taç giymesine tanık oldum. Çin'deki hanedanlıkları, Hindistan'daki birçok küçük ülkeyi gezdim. Japon adalarında yükselen "semavi hükümdarlara" tebaasıyla beraber ben de hürmet ettim. Krallıkları arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen çekişmeleri izledim. 

Kendi zamanımla aramda bir bağ yoktu artık. Evime yalnızca gece güvenli bir yerde uyumak amacıyla geliyordum. Birkaç geceyi âdet edindiğim bu rutinden çıkıp Mercia Krallığı’nda, İskandinav ülkelerinde ve hatta Roma'da bir handa geçirdiğim oldu. Bölgenin parasından edinmek, bilmediğim dilleri sebebiyle hancıyla anlaşmak, dikkat çekmeyecek kıyafetler giymek fazla zahmetli fakat bana bambaşka tecrübeler kazandıran bir şeydi. Ama en sevdiğim ve başımı döndüren şey, eskinin ihtişamıydı. Fırsatını bulduğum her seferinde bir saraya atmaya çalışırdım kendimi. Sağlam sütunlar üzerine inşa edilmiş yüksek yapıtlar, etrafta dört dönen saray hizmetkârları, ciddi manada ölümcül görünen ve asla gözlerine gözükmek istemediğim muhafızlar... 

Bazen kendi zamanımda birkaç sütundan ibaret kalmış tapınakların tarihte nasıl göründüğünü inceleyebilmek için sağlam durdukları zamana giderdim.

Müthiş bir histi! O yıkık harabelerin ne muazzam yapıtlar olduğunu görmek, bende ciddi bir baş dönmesine neden olur ve bir yere oturma ihtiyacı hissettirirdi. Mısır Piramitleri’nin yapılışı sırasında ziyaret etmek de aynı etkiyi bıraktı bende. Ama hayır. Size onların nasıl yapıldığını anlatmayacağım. Bu hayal dünyanıza kalsın istiyorum. Nasıl yapılmış olması dünya harikası olduğu gerçeğini değiştirmeyeceği için bu konuyu geçelim. 

Dediğim gibi normal bir seyyah değildim. Zaman seyyahıydım ben ve birçok şeye şahit oldum. Çin Seddi'nin yapılışına, Roma'nın yıkılışına, Amerika kıtasındaki Maya'lara -takvim konusunda çok iyiydiler- Hıristiyanlığın kabulüne, Budizm ve Hinduizmin öğretilerine, İslamın doğuşuna, halifeler dönemine, Avrupa'daki dengelerin değişme hızına...


Ve sonra başka bir şeye tanıklık ettim. Tarihler arasında mekik dokurken aslında hep orada olan şeye.

Vahşete.

Kana.

İnsan yaşamının nasıl bir hiç olduğuna.

Batı Francia'da olduğum bir esnada, aniden saldıran Vikinglerle başladı her şey. Tehlikeyi sezer sezmez zaman makineme gidene kadar şahit olduğum tüm o şeyler, tam bir hafta boyunca evimde yatağımın içinde kabuslarla uyumama sebep oldu. Çığlıklar, yükselen alevler, Orta Çağ’ın en acımasız yüzlerinden birini yaşattılar bana. 

Geri dönmeye cesaret edemediğim bir haftanın sonunda yine gittim. Kendimdeki değişikliğin farkındaydım. Bakış açım bambaşka bir yöne doğu evrilmişti. Her zafer çığlığının ardından kan kokusu doluyordu adeta burnuma. İmparatorlar savaşa giriyor, insanlar peşlerinden gidiyordu. İktidarları ve saltanatları öyle çetin savaşların sebebiydi ki zaman zaman "Durun!" diye haykırmak istiyordum. "Tarihteki tozlu birer sayfa olacaksınız sadece! Bir asır sonra sizden hiçbir iz kalmayacak!"

Ama yapmadım. Yapamazdım da zaten. Tarihte hiç savaş olmamasını temenni edebilecek kadar romantik değildim tabii. Yalnızca insanların birbirlerini kırdığı bu savaşlardan ellerine bir şeyin geçmemesi ciddi manada hayatı sorgulamama sebep oldu. Bir kral mesela, zaferinin ilk günü öleceğini bilse ne yapardı acaba? Tüm o savaşan insanlar, gelecekte savaştıkları hiçbir şeyin kalmadığını görseler ne düşünürlerdi? Kemiklerinin bile kalmadığı bir çağdan geliyordum ben, bilseler nasıl hissederlerdi? 

Bütün o insanların çığlıkları kulağımda yankılanırken kabullenmek zor oldu ama ihtişamı kadar vahşeti de bu çağın belirleyici özelliklerindendi. Ve belli bir noktada kendimi sorgulamama da neden oldu. Bugün neredeyim? Peki benden yüzyıllar sonra yaşayacak insanların gözünde nerede olacağım? Kavgalarım, fikirlerim benden sonra ne ifade edecek? Üstelik tam olarak kendime ait bir yaşamım bile yokken tüm bu düşünceler ve gördüklerim öyle yüklendi ki omuzlarıma, çareyi bir pazar gecesi, kullanmaya başlamamın üzerinden iki sene geçmişken zaman makinemi yakmakta buldum. 


Evet, ben bir zaman seyyahıydım ve kalbim buna dayanamadı.