Yaşamın ritmiyle uyum içinde akan bir hikayemiz vardı. Güneşin ılık ışıkları, umut dolu yarınlara doğru bizi yönlendirirken, biz de aşkın sonsuz diyarlarına doğru yelken açmıştık. Ancak zamanın acımasız elleri, bizi vakitsiz bir ayrılığın eşiğine getirdi. Gökyüzü, bir zamanlar sevdamızın yükseklerinde parlıyordu. Yıldızlar, gecenin karanlığında bize eşlik ederken, hissettiklerimiz sonsuzluğa uzanıyordu. Ancak şimdi, o yıldızlar sessizliğe gömüldü, gökyüzü gri bir perdeyle örtülü.
Ayrılık, edebi bir trajedinin en derin noktasında yaşanır gibi hissettiriyor. Kelimeler, duyguları ifade etmekte yetersiz kalıyor; sessizlik, yarım kalmış cümlelerin en içli şarkıcısı oluyor. Gözlerimiz, bir zamanlar birbirimize anlamlı bakışlarla bakarken, şimdi boşluğa dalıyor. Zamansız bir ölüm gibi, ayrılık da beklenmedik bir anın içine gizlenir. Güneş, batışını hüzünle selamlarken, biz de sevgilinin gözlerinde kaybolan umutları arıyoruz. Hatıralar, zamanın sırrını çözmeye çalışan kırık bir saatin tik takları gibi içimizde yankılanıyor.
Belki de hayatın cilvesi budur: aşkla başlar, ayrılıkla noktalanır. Ancak bu trajediyi yaşamak, birçok şey öğretir bize. Acı, derin bir içsel yolculuğun başlangıcı olabilir. Belki de zamansız ayrılıklar, sonsuz bir özlemi doğurur ve sevginin gerçek değerini daha da anlamamıza yardımcı olur. Böylece, gökyüzündeki yıldızlar birer hatıra olur, güneş yeniden doğar, ancak her şey değişir. Zamansız bir ayrılığın ardından, yaşamın karmaşık dokusunda, sevmenin, kaybetmenin ve yeniden bulmanın anlamını anlamaya çalışırız. Ve belki de, bir gün, kaybolan yıldızlar yeniden parlar, kalbimizdeki boşluk sevgiyle dolar.