Hep anlatır babaannem 40 yıl önce vefat eden dedeme nasıl vurgun olduğunu, onu gözünden bile sakındığını, üzerine titrediğini... Bugün parmağından hiç çıkarmadığı nişan yüzüğünü çıkarıp avucuma koydu. "Bak bakayım ismi silinmiş mi?" dedi. "Silinmemiş babaanne." dedim. İki damla yaş süzüldü gözünden, boğazı düğüm düğüm oldu, derinden bir ah çekip yutkundu. İçinden hasret sızdı bütün odaya. "Dünya onu sileli 40 yıl oluyor ama o hâlâ ismiyle beraber yüzüğümde saklı." dedi. Sanki yüreği yaşanmamışlıkların hüznüyle tir tir titriyordu babaannemin. Dedem öleli neredeyse yarım asır oluyordu ama onun yüreğinin harı hâlâ sönmemişti. Ruhunu dinleyen iniltisini duyabiliyordu. Sanki kimsesiz bir çocuk gibi köşeye oturmuş, hayatın ona verdiklerine de vermediklerine de boynunu bükmüştü. Acısıyla yaşamayı öğrenmişti ama hasretle nasıl yaşanır onu öğrenememişti. Sanki her baktığı yerde o vardı, her aldığı kokuda onu biraz duyumsuyordu, yediği her yemekte bir lokma da onun vardı.

Aldığı her nefes biraz da onun yaşamını barındırıyordu içinde...

"Vedanın zamanı olur mu bilmem ama zamansız veda olur."

Deden zamansız göçtü der babaannem, oradan biliyorum. Hayat onu aldığından beri kekremsi bir tat bırakmıştı babaannemin ağzında, yeni açmaya yüz tutmuş tomurcuklarına çiğ düşürmüştü, güzel gülüşlerinin sesini kısmıştı. Hayat ona tamamlanmanın bu dünyaya ait olmadığını biraz erken öğretmişti. Sevdiklerini alınca hayat, tamam sandığın her şey yeniden yarılanmaya yüz tutar.

Gözleri hep dolu bakan bir kadın bırakmıştı dedem ardında, 40 yıl önce hayatın onu sildiği ama bir çift alyansta ismiyle beraber nefesini de saklayan bir kadın... Ve öyle bir kadın bırakmıştı ki ardından sevginin aslında birlikte yaşamak değil, hep içinde yaşatmak olduğunu bakışlarıyla bize öğreten.