"Evet biliyorum canım. Tamam ararım kötü hissettiğimde. Teşekkürler. Sen de istediğin zaman ara beni." Telefonu kapatıp yatağa uzanıverdim. Bütün vücudum gerilmişti. Ne yakın ne uzak olduğum insanlarla konuşurken üzerimde hep bir gerginlik, belki de yalancı bir samimiyetin gülümsemesi oluyordu. Beni geren şey karşımdaki insanın niyetini tam olarak çözemeyişimden, samimiyetinin hangi cümleleri kapsayıp hangilerini nezaketten söylediğinin ayırdına varamamamdan geliyordu. Sağ tarafıma dönüp dizlerimi kendime çektim. Sağ elimi yastığın altına sıkıştırdım. Benim iyi hissetmem için çalan her telefonda, düşüncelerim geçmiş günlerin acılarına daha güçlü bağlanıyordu. Gözümden akan birkaç damla yaş burnumun üstünden süzülerek yastığı ve kolumu ıslattı. Gözümün önünden aynı anda onlarca görüntü geçerken kalbimdeki yoğun sızı burnumun direğini tel gibi titretiyordu. Bütün bu telefonların, sarılmaların, acımı paylaştığını söyleyen yakınlarımın ardından, ben yine sonsuz siyah magmatik boşluğun derinlerine doğru süzülüyor gibiydim. Yalnızlık beni bütün kollardan daha sıkı sarıyordu. Yerimden kalkıp odada yürümeye başladım. Üç adım ileri, dört sağa. Hayır, gidecek fazla bir yer yok. Hiçbir yeri göremiyorum artık. Çaresizlik büyük bir sızı gibi en çok da karnımdan yayılıyordu bedenime. Karnımdan uzun dilleri olan yılanlar engellenemez biçimde fışkırıyordu. Yere çöküverdim ve usul gözyaşlarımın yerini hıçkırıklar çaldı. Başım zonkluyordu. Gözümün önünde annemin buz gibi teneşirin üzerinde yatan bedeni vardı. Bu anı aklımdan ölene kadar atamayacaktım. Soluk yüzü tertemiz görünüyordu. Yere çökmüş annemi son gördüğüm anı tekrar tekrar yaşıyordum. Ona bir daha seslenemeyecek oluşum içimde şimşekler çaktırıyordu. İçime yüzlerce bıçak aynı anda saplanıp çekiliyordu sanki. Gözlerimden akamayan yaşlar sanki bütün damarlarımı tıkayıp kör etmişti beni. Nefes almaya çalışarak bir iç çekip banyoya gittim. Yüzümü yıkarken annemin elleri geldi gözümün önüne. Ne çok öperdim o elleri. Başımı okşayan o şefkatli elleri son kez yine ben yıkayıp öpmüştüm. Yüzümü kurularken telefonun sesiyle bugüne döndüm. Cevaplamak istemiyordum artık aramaları. Acele etmeden yatağımın üzerindeki telefonu aldım ve masaya oturdum. Saat dörde yaklaşırken ben henüz perdeyi dahi açmamıştım. Güneş şimdi nerede saklanıyor umurumda bile değildi. Hiçbir güneşli gün annemin gülüşünde parlayamayacaksa artık, ben de görmek istemiyordum. Tutunamadığımı çok derinden hissediyordum. Arkadaşımı arayıp biraz dışarı çıkmak ister mi diye sordum. Müsait değilmiş. Oflayarak geri yatağa döndüm. Kalbim göğüs kafesimde sancılandıkça ben de odaya sığamıyordum. Mutlaka dışarı çıkmalıydım. Kafamın içinde en az iki kişi zıt yönlere doğru koşuyordu. Aklımdan çılgınca şeyler geçiyordu. Belki yüz binlerce kez gözümde canlandırdığım o anı yapmaya en yakın olduğum noktadaydım. Pencereyi açıp soğukta süzülerek kendimi mermer zemine bırakıvermek, her şeyden saniyeler içinde kurtulmak istiyordum. Yıllardır kalbim ne zaman içimde yük olmaya başlasa, pencerenin önünde bulurum kendimi. Önce pencereyi açarım, hava yüzüme çarparken ayaklarımı aşağı sallandırdığımı hayal ederim. O an ilk hangi elimle destek alıp kendimi aşağı doğru iterim diye düşünürüm. Sekizinci kattan düşerken havada döner miyim, ilk hangi uzvum yere çarpar ve kırılır, vücudum patlar ve parçalanır mı diye dakikalarca hayal kurarım. Bu hayaller öyle canlıdır ki gözümde, hissederim çekeceğim acıyı daha kafamı bile uzatamazken pencereden dışarı. Hayalimde bedenim parçalanırken, içimde yük diye katmanlaşmış, kireçli, kaygan, yosunlu çakıl taşları da tuz buz oluverir gibi gelir.

Sırtıma soğuktan bir ürperme gelince pencereyi kapatıp odada volta atmaya geri döndüm. Derin bir nefes alamıyordum uzun zamandır. Sanki içimde yer kalmamış gibiydi. İçim çakıl taşlarıyla dolup ağırlaşmış, sıkışmış, tozlanmıştı. Derin bir nefes alsam, içimin tozları uçuşur da beni boğardı sanki. Hiç yerim yoktu taze bir nefese. Yeniden telefonu elime aldım ve birkaç arkadaşıma birden yazdım. Dışarı çıkalım mı?