Kıyamet koptu. Ya da bana öyle geldi. Havaya bir karamsarlık hakimdi. Fazla durgun, fazla sessiz… Bağırmak için gücünü toplar gibiydi. Yüksek binalardan yansıyan gün ışığı gözleri kör ediyordu. Belki tam da bu yüzden kimse olan biteni görmek istemiyordu.

Kıyamet koptu. Ya da bana öyle geldi. O gün yolda gördüğüm ceset belki de kendi cesedimdi.


 İşe giderken gözlerimi ayaklarımdan ayırmazdım, olur da benden bağımsız hareket ederler diye gözüm hep üstlerinde olurdu. Ama bugün farklı, bugün ilk defa işe yetişmeye çalışmıyordum. Çocuklarım ağacın dibine dışkılayabilsin diye “doğayla baş başa” tatil kampına on beş bin lira vermenin en güzel yanlarından biri sabah kahvaltı hazırlamak zorunda olmamak. Sabah panik içinde kalkmamış, panik içinde kahvaltı hazırlamamış ve panik içinde temizlemeye vakit bulamadığım ayakkabımı giyip yola atılmak zorunda kalmamıştım. Ayakkabılarım temiz, göğe bakıyordum.

Bu binanın bu kadar eski ve yüksek olduğunu hiç fark etmemiştim. Sahi, neden bu kadar yüksekti bu binalar? Camlarını temizleyenler ne kadar kazanıyorlardı acaba? Benden daha heyecanlı bir hayatları olduğuna eminim. Gerçi ölüm tehlikesi… O kötü işte. Kısa bir bina! Sonunda. En fazla yedi katlıdır. Bir, iki, üç, dört, beş, altı…

 

Kıyamet koptu. Ya da bana öyle geldi. Önce çatıda gördüm silüeti. Bana bakıyordu.

Paniğe kapılmaya başlamıştım. Sakin olmaya çalışarak etrafıma baktım. Herkes kendi güzergâhındaydı. Yavaşça tekrar yukarı baktım. Oradaydı, gerçekten bana mı bakıyordu? Güneş, onu görmemi zorlaştırıyordu. Yoluma devam etmeliydim, evet. Yoluma devam etmeliydim. Kendini mi öldürecekti? Adımlarım birbirini izlerken bir anda durdum. Tekrar yukarı baktım. Yanına gidecektim. Ama tek gidemezdim. Yanımdan geçen kadını aniden kolundan tuttum. Kulaklığını çıkarmadan panik içinde elimi savuşturdu ve hızlı adımlarla yoluna devam etti. Kararlıydım, yanına gidecektim.

 

Asansör bozuk, duvarlar yerde emekler hâlde. Sessiz, fazla sessiz. Kıyamet koptu. Ya da kopmak üzereydi.


Ağzımı ilk açtığımda söyleyecek hiçbir şey bulamamıştım. Tekrar denedim. Benim olduğuna inanmadığım, ürkek, çatallı bir ses boşluğa yayıldı.

1: "Ned… Neden orada öylece duruyorsun? Dikkat et bak düşeceksin."

...

1: "Gel sana bir kahve ısmarlayayım. Ne seversin? Filtre, Americano?"

...

2: "Satranç oynamayı biliyor musun?"

1: "Hıı… Evet."

2: "Sence beni yenebilir misin?"

Arkasını döndü. Beklediğimden çok daha canlı gözüküyordu. Kaç yaşında? On sekiz, belki on dokuz. Sırtından çantasını bedeninden bir parça koparır gibi yavaşça ayırdı.

1: "Adın ne senin?"

2: "Beni yenebilir misin sence?"

Çantasından satranç takımını çıkarttı. İyi de ben oynamayı bilmiyordum ki. Gelmemeliydim. Olacaklardan mı korkuyordum yoksa göreceklerimden mi, emin değilim. Kötü bir şey olacaktı, hissedebiliyordum. Yavaş hamlelerle etrafıma baktım. Avuç içlerim terlemeye başlamıştı.

1: "Ben… Ben satranç oynamayı bilmiyorum."

2: "Beni yenebilir misin?"

1: "Hayır, yenemem. Gidelim mi buradan?"

2: "Beni yenersen gelirim."

1: "İyi de ben, yani… Oyun oynamaya mı geldin buraya? Hadi gel, aşağı inelim."

İşe geç kalıyordum. Üstelik sinirlenmeye de başlamıştım. Acaba sosyal bir deneyin ortasına mı düşmüştüm? Çaktırmadan hızlıca etrafıma bakındım. Hava kapanıyordu.

Silindir siyah kutudan taşları çıkarmaya başladı. Doğrudan yere diziyordu. İyi de taşlar böyle dizilmezdi ki.

1: "Sen satranç oynamayı biliyor musun?"

2: "Yoo..."

Delirmiş miydi? Tabii ki delirmişti ve beni de delirtecekti. Ya beni aşağı iterse?

Taşları rastgele oynatmaya başladı. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı.

2: "Sıra sende."

Beyaz taşların başına oturdum. Piyonla başlamak gerekiyor, en azından bunu biliyordum. En sağdakini hafifçe öne ittirdim. Gülümsedi.

2: "Hani satranç oynamayı bilmiyordun?"

Şaşkın bir şekilde yüzüne baktım. Biliyor muydum ki?

Aynı anda üç piyonu öne doğru devirdi. Birazdan beni de aşağı doğru devireceği hissine kapıldım. Yüzümü ovuşturmaya başladım, kurallarına göre oynamıyordu.

2: "Sıra sende."

Zamanın daraldığını hissedebiliyordum. Hızlı bir hamle yapmalıydım. Bedeni ufaktı. Yeterince hızlı hareket edebilirsem eminim ki devirip sırtıma alabilirdim. Ya yanında bıçak varsa? Ya yukarıdan kurbanlarını izleyip onları yanına çeken bir seri katilse? Bir anda kalkıp aşağı insem belki peşimden gelirdi ve aşağıda konuşabilirdik.

Saçmalamamalıydım. Gelmemeliydim… İşe geç kaldım.

Tamam, sakince düşünmeliydim. Önümdeki taşlara hızlıca göz attım. At “L” şeklinde hareket eder. Bunu da biliyordum. Gözleri üstümdeydi, hamle yapmalıydım. Atı yavaşça kişnetmeden ilerlettim. Yüzündeki gülümseme soldu. Sinirlenmiş miydi?

2: "Artık oynamak istemiyorum."

Usulca ayağa kalktı. Gözlerimi sıkıca kapattım, galiba kendini aşağı atacaktı. Vücudunun yerle buluşma sesini buradan duyar mıydım? İçimden otuza kadar saydım ve gözlerimi yavaşça açtım. Kalbim ağzımda atmaya başlamıştı. Oradaydı. Beni izliyordu. Yüzünde yaşama isteğine dair herhangi bir iz yoktu. Çenemin titremeye başladığını hissettim. Evet… Evet, beni aşağı atacaktı.

2: "En son hayal ettiğin şey neydi?"

Gök gürlemeye başlamıştı. Son sözlerimi mi söylüyordum? Midemden boğazıma kadar garip bir his ile doldum, kusacaktım. Bakışlarımı yere indirdim.

2: "Artık gitmeni istiyorum. Oyun için teşekkür ederim. Gerçekten iyi bir oyuncusun."

Ne?

1: "Ne?"

2: "Gitmeni istiyorum."

Yavaşça ayağa kalktım. Bayılacak gibi hissediyordum. Ayaklarımın üstünde durmayı başardığım anda yağmur damlaları yüzümü okşamaya başladı. Gözlerimi ovuşturdum ve ona baktım. Arkasını dönmüştü. Beni yukarı ileten merdivene gerisin geri yürümeye başladım. Neden vicdanım sızlıyordu? Kendini öldürmemesini sağlayabilir miydim? Şimşek çakmasıyla düşüncelerimden sıyrıldım ve arkamı dönmeden son hamleme başladım.

1: "Bir kere daha oynamak…"

 

Kıyamet koptu. Ya da bana öyle geldi. Şimşek gökyüzünü delerken yükselen çığlıklar yalnızca yeni bir kıyametin habercisiydi.