Karanlık... Her yer karanlık. Zifiri karanlık. Kör mü olmuştum yoksa? Göremememin başka bir nedeni olamazdı. Ama neden? Neden kör olmuştum durup dururken? Ama Ben. Ben karanlıktan korkardım... Gözlerimi kırpıştırdım belki kendime gelir ve görürüm diye. Ama işe yaramadı hala görmüyordum. Kalp atışlarım hızlanırken nefes alamamaya başladım. İçime çektiğim nefes sanki ciğerlerime ulaşmıyor genzimi yakarak geriye, dışarı çıkıyordu. Kıpırdamaya, hareket etmeye çalıştım. Kıpırdayamadım. Omzumu, kollarımı, bacaklarımı milim dahi bile olsa kıpırdatamadım. Neler oluyordu böyle, hem kör hem de felç mi olmuştum? Yoksa ölmüş müydüm?


Hayır hayır bu bir kabus olmalıydı. Evet bir kabus. Zaten uyumadan önce annemle bana yeni bilgisayar almıyor diye tartışmıştım. Vicdanım kabus yoluyla kendini gösteriyor olmalıydı. Canım annem. Kabus biter bitmez ona kocaman sarılıp benim için her şeyden kıymetli olduğunu söyleyeceğim. Burnuma dolan, genzimi yakan, ağır bir koku duyumsamaya başladım. O kadar ağırdı ki öksürmeme neden oldu. Aynı anda boğazıma hücum eden toprak taneleri böbreklerimi yaktı. Ama rüyalarda koku alınmazdı sadece hissedilirdi... Zihnim karanlığa gömülmeden önce hatırladığım son şey o keskin koku oldu.


Zihnim kendini yavaş yavaş toparlayıp gözlerimi açarken vücudumda hissettiğim baskı artmıştı. Derin ve sakin nefesler alıp neler olup bittiğini idrak etmeye çalıştım. Çünkü bu bir rüya değildi. Bundan emindim. Rüyalar bu kadar gerçek olmazdı. Vücudumu yeniden hareket ettirmeye çalıştım, kolumu kıpırdatabildiğimde hissettiğim mutluluk tarif bile edilemezdi. Küçük bir çocuğa bir balon alınması gibi mutlu olmuştum. Ellerimle dokunarak etrafımı tanımaya çalıştım. Sert, pürüzlü bir zemin parçası üzerimdeydi, aramızda birkaç santim vardı. Dokunarak yüzümü, vücudumu ve gözlerimi kontrol ettim. Alnımdan elime sürülen sıvı, kan olmalıydı. Nedenini bir türlü anlayamıyordum ne olmuştu da ben buradaydım? Kafamın arka tarafında bir ses duydum. Telefon sesi. Telefon! Bana çok uzaktı ama ona ulaşmalıydım. Ne olursa olsun ulaşmalıydım. Olduğum yerde sürünerek yukarıya sesin geldiği yöne doğru hareket etmeye çalıştım. Hareket ettikçe vücudum parçalanacakmış gibi oluyor, acıdan gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Çok az kalmıştı birazcık daha ilerlesem alabilecektim. Ağlamaklı sesimle mırıldandım: Hadi, Hadi. Lütfen! Telefona artık ulaşmıştım. Bu benim telefonumdu. Arayan her kimse kapatmış, ekranda yerini annemle benim geçen gün sahilde çektirdiğimiz fotoğrafa bırakmıştı. Telefonun ışığını açıp etrafıma bakındım. Hiçbir şey göremedim. Hiçbir şey. Beton ve moloz parçalarından başka...


İnsan hayatı ne kadar da kısaymış meğer. On dokuz yıllık hayatımda en sevdiğim yaz mevsiminde bir enkaz altında sıkışıp kalmıştım. Evet enkaz altındaydım. Gece 03.00'de deprem olmuş. Telefonum kapanmadan hemen önce teyzem söyledi. Nefes bile alamadığım, etrafımın moloz parçalarıyla çevrili ve her hareketimde baskısını arttıran, aramızda santimlerin kaldığı duvar parçasıyla birlikte karanlığa gömülmüştüm. Annemle birlikte. Bu küçücük yerde birinin beni kurtarmasını bekliyordum. Ya da ölmeyi. Onlar beni kurtarabilirler mi emin değilim ama ben son nefesime kadar annem için dayanacaktım. Çünkü biliyorum ki o da bu moloz parçalarının altındaysa eğer benim için dayanırdı. Ona, onu çok sevdiğimi çok az söylemiştim. Üstelik bir tek ona da değil. Ben kimseye onları sevdiğimi söylemedim. Hep erteledim...


Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Susuzluktan ve anneme sesimi duyurma çabalarımdan kaynaklanan genzimin yanması, yerini acı öksürmelere bırakmıştı çoktan. Arada uyuyordum, uyuyunca zaman hızlı geçer diye. Saatlerin geçtiğinin farkındaydım. Belki de artık benim için bir umut yoktu. Yeni kazandığım, kaydımı yaptığım üniversiteyi düşündüm. Otobüs biletimi bile almıştım. Bir sürü hayal kurmuştum. Annemle beraber yeni bir hayata başlayacaktık. Oysa biz şimdi kendi hayatımızdan gidiyorduk... Eğer ölürsek beraber ölelim, eğer yaşarsak beraber yaşayalım. Çünkü biz bu hayata beraber tutunmaya çalıştık, birimiz olmayınca diğerinin olmasının bir anlamı yoktu. Annem... Canım annem. Umarım acı çekmiyorsundur. Acıya, korkuya, endişeye, strese daha fazla dayanamayıp son uykum olduğunu düşündüğüm uykuya yattım.


Yeniden karanlık… kaç kere karanlığa uyandığımı bilmiyorum. Tek bildiğim gözlerimi açtığım her an anneme seslenmeye çalıştım. İlk başlarda sesim tiz bir şekilde de olsa çıkıyordu. Ama şimdi ses çıkarmaya çalıştığım her an genzim yanıyor ve acı çekiyordum. Çok susamıştım. Bir yudum su olsa hiçbir şeye değişmezdim o suyu. Kana kana içer böbreklerimi bayram yerine çevirirdim. Annem. O ne yapıyordur acaba?


Ben küçük bebekken babam bırakıp gitmiş bizi. Annemle bir başımıza kalmışız. Annem hayatı boyunca bana iyi bir hayat vermek için çabaladı durdu. Bulaşıkçılık yaptığı lokantadan artakalan zamanda üst mahalleden Aysel teyzeyle birlikte evlere temizliğe gider, aylık kirayı bir araya getirmek için didinirdi. Tek isteği benim iyi bir eğitim almamdı. Ben de anneme fazla yük olmamak için okuldan kalan zamanlarda bir kafede çalışır, okul arkadaşlarımın ödevlerini ücretli yapardım. Bu şekilde harçlığımı çıkartıyor eve yardım ediyordum. Annemi rahat bir yaşama kavuşturabilmek için gecelerce ders çalışırdım. Üniversite kazanıp ev alacaktım. Yazları herkes gibi tatillere gidecektik. Pazarları çalışmak için iş değil, piknik yapmak için park arayacaktık. Onun benim için çabalaması yeterdi artık, şimdi sıra bendeydi diye düşünürdüm. Şimdi annemle benim bütün o çabalarımızla, akşamları uyumadan önce kurduğumuz hayallerimizle, iyi yaşama umudumuzla bu enkaz altında sıkışmıştık.


Annem de buradaydı. Bu Allah’ın belası enkaz altındaydı. Biliyordum. Eğer dışarıda olsaydı beni teyzem değil o arardı. Eğer o iyi olsaydı benim kalbim bu denli sıkışmazdı...


Gözlerimi bir hastane odasında yalnız başıma açtım. Doksan yedi saat boyunca enkaz altında kalmışım. Üzerime düşen beton parçası yedi tane kaburgamı kırmış, kolum ve bacağımda kırıklar varmış, susuzluktan böbreklerim çok büyük hasarlar almış. Beş gün boyunca uyanamamışım. Solunum cihazına bağlı olmadan nefes alamıyor, bazı geceler nöbet geçiriyormuşum... Ama bunların hiçbiri önemli değildi benim için. Kaburgalarımın kırık olması, nefes alamamam, nöbetler, korkular ya da ölümden dönmüş olmam. Önemi yoktu. Çünkü benim... Benim annem ölmüştü. Benim dünyam başıma yıkılmış ve ben bir böcek gibi ortada kalmıştım.


Sadece on saniye…


On saniyelik bir zelzele...


On saniye bir insanı ne kadar yok edebilirse beni o kadar yok etmişti işte. Sadece on saniyelik bir zelzele. O kadar öldürmüş, o kadar mahvetmişti ki. Uyandığımdan beri o enkazdan canlı çıktığım için lanetler okudum kendime. Ben; annesini, beraber çıktıkları var olma yolunda yarı yolda bırakmış, kimsesiz aciz bir insandım. Ben annesinin ölüsüne bile sahip çıkamamış, tek başına toprağa gönderen biriydim. "Biriydim" işte ben artık. Kim olduğu belli olmayan, var ama yokluğu hissedilmeyen biri...


Kabullenemedim en başta. Onun yokluğunu. Yok oluşunu. Ben sadece onun da bu durumda olduğuna inanmak istemedim. Yaşadığına inanmak istedim kendimce. Benden yarım saat sonra bulmuşlar annemin cesedini. Ah keşke yarım saat daha geç ulaşsalardı bana da. Ben de annemle birlikte ölseydim. Üzerine kolon parçası düşmüş. Minicik bedeni ezilmiş koskoca beton parçasının altında. Belki de hemen oracıkta o an vazgeçmiştir yaşamaktan. Yorulmuştu çünkü annem. Bu hayat bizim yanımızda olmadı ki zaten hiçbir zaman. En başından yalnız bıraktı bizi koca dünyada. Biz annemle kalabalıkların içinde bile yalnızdık. Biz hayattan birbirimize kalan tek şeydik. Hayat birbirimize kalmamıza bile izin vermedi.


On saniyelik bir zelzele; benim hayatıma devam edebilmem için elimde hiçbir şey bırakmamışken, benden hayatıma devam etmemi istiyorlar şimdi.


Derin bir nefes aldım genzim yanarken. Böbreklerim aldığım nefesi kabul etmez gibi hissizce dururken gözlerimi pencereden dışarıya, ufukta görünen puslu bulutlara diktim. Ben de pusluydum artık onlar gibi. Karaydım. İstenmeyendim. Bir gözyaşı aktı göz pınarlarımdan, sessizce puslu bulutları izlerken. Doktorlar geldiler. Gittiler. Hemşireler geldiler. Gittiler. Sorular sordular. Konuştular. Destek olmak ister gibi samimiyetle baktılar gözlerimin içine. Ya da belki de ben samimiyet aradım bilmiyorum.


Bir kutu hap var şimdi elimde. Hayata devam etmek için bir nedeni olmalı insanın. Benim nedenim annemdi. Onun içindi tüm yaşama heveslerim. Onun içindi gülüşlerim. Onunla her şey gitti. Ben bile. İki seçenek var önümde. Ya tamamdı ya da devam... Çocukken; annem, masallar anlatırdı bana uyumadan önce. Öyle çeşit çeşit masal kitapları almaya paramız yoktu ama aklından uydururdu. Çok da güzel uydururdu. Beni eksik hissettirmemek için... Bir gece anlattığı, yılbaşında hediyeleri dağıtmak için gelip kapıda kalan Noel Baba hikayesini anımsıyorum avcumdaki haplarla ufuktaki puslu bulutları izlerken. Bir damla gözyaşı süzülüyor tüm geçmişimin üstüne. Bir ah çekiyorum geleceğime. Ve nefret ediyorum şu anımdan.


Masalda, Noel baba kapıda kaldığı için evin bacasından girmişti hediyeleri vermek için. Korkmuştum bizim de evimize bacadan başkaları girecek diye. Annem bacadan sadece Noel Baba'nın girdiğinden bahsetmişti bana. Ancak o şekilde ikna olup rahatça uyuyabilmiştim. Günler önce, o gece kapıyı çalan ölüme de biz kapıyı açmadık. O da kapıyı açmadığımız için bacadan girdi eve. Hapları yutarken anneme sormam gereken bir soru var diye düşündüm.


Hani bacadan sadece Noel Baba girebilirdi?


Bir Zelzeleyle bitti bizim hayatımız. On saniyelik bir zelzeleyle yok olduk...