Onunla ikinci saatini tamamlayan limonata bardağına baktı. İlk geldiğinde bardağın yarısı buzken, şimdi buzlar erimiş limonataya karışmıştı.


Direkt karşı masasında duran çifte baktı. Masaya oturduğundan bu yana bebeklerini susturmak için yapmadıkları iş yoktu.




Şimdi de bebeğin eline koca bir bardak tutuşturmuşlar, vişne suyu içirmeye çalışıyorlardı. Bebek her çığlık bastığında kendi kafasında çığlık atan biri var gibi oluyordu. Bıkkınca önüne baktı. Kafasını iki kolunun arasına alarak durdu öylece bir iki dakika.





Hâlâ öylece dururken bir şeyin yere düşme sesi kafeyi doldurmuştu. “Bu kesinlikle o vişne suyu” diye düşündü. Kafasını kaldırıp karşı masaya baktı. Evet, hislerinde yanılmamıştı. Kadın mahcupça etrafa bakıyordu. Eşi de bir yandan çocuğu susturmakla uğraşıyordu.




Neden bilmiyordu ama o an çifte yardım etmeyi kendine hak gördü. Ayağa kalkıp iki adımda çiftin yanına ulaştı. Aynı zamanda da temizlik için garson elinde vileda ile gelmişti. Kafe o kadar yoğundu ki garson bu işle ilgilenmek için geldiğinde bile ona arkadan seslenip sipariş vermeye çalışıyorlardı.




Genç çift kadar hem yaşlı adam hem de garson soğuk terler dökmüştü.


“Onu bana verin ve işinize dönün lütfen. Biz hallederiz.” Garson oldukça yorgun görünüyordu. Bakışları bir yaşlı adama bir de yere kaydı. Daha sonra elindekini verip çokça teşekkür ederek işine tam gaz geri döndü.



Genç kadın ne yapacağını bilemez şekilde yaşlı adama baktı. Kocasının bebeklerini susturması onu bir nebze rahatlatsa da şimdi de yerde beyaz bluzunun üstüne bile sıçramış olan vişne suyu vardı.





“Bana verin ben yapayım. Zahmet etmeyin lütfen.” diyerek yaşlı adamın elindeki viledaya uzandı. Hemen çekti elini yaşlı adam. Kadın bir daha ısrar senfonisine başlayacakken bebek tekrar bastı çığlığı.






“Bence bebeğinizin size ihtiyacı var. Burayı bana bırakın. İki dakikamı almaz.” Genç kadın daha fazla üstelemedi. Bebeğini kocasının kucağından aldı.


Yaşlı adam viledayla baş başa kalmıştı. Etrafı silmeye başladı. İyi yaptığını düşünürken birden aklına yaptığı ve yapacağı tüm iyilikleri silebilecek o anı hatırladı. Elleri viledanın sapını daha sıkı tuttu. Silmeye başladı.







Silmeye devam etti. Ancak sildikçe daha da yayılıyor ve asla temizlenmeyecek hale gelmeye başlıyordu.


Genç adam yaz sıcağı nedeniyle döktüğü terleri elinin tersiyle itti. Yaz sıcağından kokan ve terleyen tek kendi değildi. Önünde boylu boyunca yatan ceset de aynı durumdan mustaripti.





Genç adam cesetin kokmaması için mutfağa ilerledi ve birkaç buz küpü aldı. Cesetin yanlarına koydu. Eriyen buzları da kaldırdı.


Eriyen buzları ne yapacağını bilmiyordu fakat bildiği bir şey vardı. Cesetten kurtulmak. Evet kurtulmalıydı. Ama şu an önceliği şu kanı kurumadan temizlemekti.






Uzun uğraşlar sonucu tüm kanı ve parmak izlerini temizlemişti. Cesedi de bir poşete koymuştu. Yavaş yavaş sürükledi cesedi. Cılız bir kadın bedeniydi bu yüzden oldukça rahattı.





Kimselere görünmeden cesedi arabasının arka koltuğuna taşıdı. Son kez evi kontrol edip arabaya bindi. Şimdi iki eli direksiyonda öylece duruyordu.



Elleri titrek, kalbi ürkekti. Beyni ona binbir oyun oynuyor, arabanın içinin soğuk olmasına rağmen ona cehennemi yaşatıyordu. Terini elinin tersiyle sildi. Aynı zamanda hızlı olmasını kendine tembihlerken arabayı çalıştırdı. Ve nereye gideceğini bilmez halde sürmeye başladı.


(...)






Şehrin sınırına geldiğinde artık koku dayanılmaz hale gelmişti. Cesedi bagaja koymayan aklını bir kez daha sorguladı.





Arabayı durdurup cesedin olduğu poşeti arka koltuktan aldı. Bagajdan da bahçe kazmasını aldı. Sürükleye sürükleye ağaçların daha sık olduğu bir yere geldi. Genç adam başladı kazmaya.





Kazarken seçtiği işten tekrar nefret etti. İş? İnsanları öldürmek ne zamandan bu yana bir iş olmuştu diye de düşündü. Aslında düşündüğü çok şey vardı. Vardı ama dinleyen yoktu. Umursayan yoktu.




Düşüncelerini dışa vuruyordu bu şekilde. Keşke bu kadar kanlı bir dışa vurum olmasaydı diye geçirdi içinden.





Sanki kazdığı toprak değildi. Kazdığı, yavaş yavaş dibe indiği düşünceleriydi. Vücuduna aldığı hap, kanının her bir köşesinde yer ediniyor gibiydi.


Kazmayı durdurdu. Cesedi poşetten çıkardı. Kazdığı çukurun içine kadının çıplak bedenini attı. Bedenin daha hızlı çürümesi için kalbini ve böbreğini çıkarmış, karnından başlayarak boğazına kadar kesmişti. Bu ona iki saat kadar zaman kaybettirmişti. Ardından kazdığı çukurun üstünü kapattı.





Sonra... Sonra derin bir nefes aldı. Etrafı iyice gözlemledi. Yemyeşil uzun, geniş, yapraklı ağaçlar; ağaçların gölgesinde kalmış çiçekler ve manatlar vardı. Gökyüzü, gecenin en koyusu olmasına rağmen bulutsuz hava ve ayın o ihtişamı ortama ışık sağlıyordu. Yere baktı. Ayağında üst üste giyilmiş galoşlar, ellerinde ellerinin su içinde kalmasına neden olan eldivenler vardı.






Önüne baktı tekrardan. Yürüdü yürüdü. Uzunca bir yürümeden sonra karşısına bir gölet çıktı.


Gölet, ona ailesiyle yaşadığı eski güzel günleri hatırlatırdı. Şimdi ailesi paramparça olmuş, her fert başka bir yere dağılmıştı. Tedavi olmalıydı. Hasta mıydı ki? Öyle miydi?





“Belki de bunu yapmayı bırakmalıyım.” diye düşünürken onu onaylayan bir ses duydu.


“Evet tedavi olmalısınız.” Sesin nereden geldiğini anlamak için arkasını döndü. Bu doktor Selim’di.


“Şu an nerede olduğumuzun farkında değilsiniz galiba.” Soğuk terler dökmeye başlamıştı. Selim Bey onu görmüş, onu duymuş muydu? Sesli mi düşünmüştü? Selim Bey gülümseyerek yanına yaklaştı.





“Gayet farkındayım, şu an ruh sağlığı merkezindeyiz. Ama siz burada mısınız?” Kaşlarını çattı genç adam. Devam etti doktor Selim.


“Uzun bir süredir süs havuzuyla bakışıyorsunuz. Ne düşünüyorsunuz?” Tonlarca bıraktığı cevapsız sorulara yenisi eklenmişti. Yanından öylece geçip gitti Selim Bey’in. Selim Bey derin bir nefes aldı. Normalde ne olduğunu öğrenirdi ama ne onu sıkmak istiyordu ne de kendini.






Genç adam merkezin lobisinde dolaşırken yere dökülmüş bir su birikintisi gördü. Öylece geçip gidecekken sağından biri seslendi.


“Bir gel bakayım sen.” Bu ses merkezin sorumsuz temizlikçisi Muhsin’den başkası değildi.




“Ne oldu?”





“Geçen sana verdiğim görevi yapmamışsın. Yapmamak nedir gösterirdim de şimdi sana neyse... Haydi tut su viledayı, sil yeri. Bak su olmuş. Başka işlerim var.”






“Neden ben yapıyorum?”




“Sorgularsan deli olursun. Onlara benzersin.” “Neyi sorgulamışlar onlar? diye düşündü içinden. Ama içinden. Herkese kafa tutabilirdi belki burada ama temizlikçi Muhsin’e asla. Çünkü o çok sert vuruyor ve vurulduğu yer morarıp aylarca geçmiyordu.



Teknikken onu kesip biçmesi zor olduğundan ona çok bulaşmıyordu. Elindeki viledayı aldı. Muhsin oradan uzaklaşırken silmeye başladı.



Sildi... sildi... sildi...





Artık yer tertemizdi. Viledayı garson gelip almıştı. Eğilmekten beli hafiften tutulsa da yavaşça doğruldu.



“Ne kadar teşekkür etsek az size.”





“Rica ederim, ne demek” diye bıyık altından mırıldandı yaşlı adam. Artık daha fazla burada kalmak istemiyordu. Hesabı ödeyip kafeden dışarı çıktı.





Her iyilik yaptığında karşısına yaptığı bir kötülük çıkarak o iyiliği nötrlüyor gibiydi. Artık bunun olmasına izin vermemek için her zaman daha iyi olmaya çalıştı.





Zamanı geri alamazdı fakat eskiye giderek kötülük yaptıklarından onlar duymasa bile af dileyebilirdi.