Süleyman; zifiri bir karanlığın dünyaya hâkim olduğu gecelerden birinde daha, sokağın başında görünmüş elleri cebinde dalgın bir şekilde eve doğru yürüyordu. Yıllarını geçirdiği bu sokak artık ona eli, kolu, yüzü kadar tanıdık geliyordu. Gözlerini kapatsa da evin yolunu bulabilirdi. Böyle gecelerde gözlerimi, burnumu, kulaklarımı nasıl bulabilirsem evi de öyle bulabilirim diyordu her seferinde. Sokağa sapınca sağdan ikinci evde yaşlı Neriman teyze oturuyor. Penceresinin demir korkuluklarında her daim güzel kokan fesleğenleri, kapının hemen dibinde kedisi Kömür’ün mama kabı, biraz ileride de kendini bildi bileli mahallenin düğünlerde, bayramlarda, asker uğurlamalarında ve bilumum törenlerinde saçları kesme işinden sorumlu berber Ali abinin dükkanı vardı. Ali abi altmışına merdiven dayamış bir Ermeniydi. Tehcir zamanı sırasında küçük olduğu için yola ve zorlu şartlara dayanamaz ölür diye annesinin gözyaşları içinde komşuya verilmiş ve adı değiştirilip müslüman biri olarak yetiştirilmiş onlarca çocuktan biri olan Sarig’in (ismi Seher olarak değiştirilmiş) en küçük oğluydu. Zamanla büyümüş, evlenmiş, çocuğa toruna karışmış bu sokakta ömür çürütmüştü. Şu dükkan onun berber dükkanıydı işte. Kepenkleri çekmiş olmasına rağmen havluları dışarıda unutmuştu yine. Yaşlılık kendini iyiden iyiye hissetirmeye başladığından beri böyle unutkanlıkları oluyordu. Zaten saç kesme işini de azaltmış işin büyük bir kısmını çırağı Ahmet’e devretmiş, sürekli müşterilerinin ve eski dostlarının saçını kesiyordu ama yılların vermiş olduğu alışkanlıkla bir türlü oradan kopamıyordu. Süleyman, berber dükkanını geçerken ani bir refleks ile elini ensesine götürüp saçlarının iyice uzadığını düşündü. Kestirmek için bir ara Ali abiye uğraması, beraber uzun bir sohbete koyulması, memleket meseleri ve eski günlerden konuşurken çay yudumlaması gerekiyordu. Bu düşünce bile onun canını sıkmaya yetmişti. Çünkü bu seremoni her zaman keyifli gelmiyordu ve artık bildiği bir kitabı yeniden okumuş hissi veriyordu ona. Hele ki son zamanlarda bir an önce yapılması gereken zaruri bir iş olmak dışında saçını kestirmeyi bile sevmez olmuştu. Artık birçok şey gibi bu saç kesme olayını da istemiyordu. Apartmanın merdivenlerinden kapısına doğru yürürken ceplerini yoklayıp anahtarları bulması kolay oldu. Merdivenleri sessiz bir şekilde birer ikişer adımlayıp kapıyı sessizce açtı. Anahtarların kapının deliğinden içeri girip bir tur döndükten sonra çıkardığı ses gecenin sessizliğini bozan yegane şeydi. Ürpererek içeri girdi.


Ekranında beklediği herhangi bir mesaj veya arama olmadığını görünce telefonu komodinin üzerine bırakıp cebinde hafiften buruşmuş sigarasını çıkarıp yaktı. Oda bir saman alevi misali bir anlığına aydınlanıp tekrar karanlığa büründü. Derin bir ilk nefesten sonra sırtüstü yatağa bıraktı kendini. Zor bir gün geçirmişti. Aslı artık onu sevmediğini söylemiş ve kendi hayatına dair farklı planları olduğunu, bu planların içinde ona yer olmadığını bu yüzden ayrılmak istediğini söylemiş, masadan kalkmıştı. Bir şey demesine bile müsaade etmemişti. Gerçi müsaade etse bile bir şey diyebilecek miydi emin değildi. Aslı’nın ardından bakakalmıştı sadece. Masada yarım kalmış iki çay, yürüyerek yavaş adımlarla ama aynı zamanda ışık hızıyla kendisinden ve hayatından uzaklaşan bir eski sevgili vardı. Evet eski sevgiliydi artık Aslı. Onu sevmediğini ve hayatında artık ona yer olmadığını söyleyip bir mecburiyeti sonlandıran eski bir sevgili. Kendisi onu ne kadar seviyordu bundan pek emin değildi ama alışmıştı ona. Sanki doğduğundan beri var olan biri gibiydi. İnce elleri, alnına düşen perçemi, boncuk boncuk gözleri, çenesinin alt tarafında iki tane beni vardı. Gülünce ufak bir gamzesi oluşurdu sol yanağında. Dünyanın en derin çukurundan bile daha derin bir hâl alırdı Aslı gülünce. Üzülünce veya stresli olunca ise parmaklarını kıtlatır, eli ile ensesini ovardı. Güzel kızdı Aslı. İlk görüşte aşka inanmamıştı ama ilk görüşte onda farklı bir şeyler olduğunu hissetmişti. Bir sonbahar akşamı Maçka parkında sigarasını yakmak için çakmağı bulamayınca Süleyman’dan istemişti çakmağını ve sonrasında ise birbirlerinin eksiklerini kapatıp zamanla bir bütün olmuşlardı. Ama yarısı kalkıp gidiyordu ve sadece arkasından bakıyordu Süleyman. O parkta, o bankta, o yarım kalan adam olmuştu yine. Şimdi ise son görüşüydü Aslı’yı ve yine farklı bir şeyler hissediyordu. Tüm bu düşünceler aklından geçerken yapabileceği tek şeyin bir kağıt ve kalem alıp yazmak olduğunu düşündü. Kimseye hatta kendisine dahi söyleyemediği şeyleri kağıda yazar ve sonra yakardı Süleyman. Bu huyunu bir türlü terk etmediği için her defasında yakın arkadaşı Selim tarafından kallavi bir küfrü muhakkak yiyordu. Selim yine yazıp yaktığımı duysa bana küfür edecek diye düşündü bir an. Sonra uzun bir ammaaannn geçirdi içinden ve siktirtmesin belasını yakacağım elbet ulan kalkıp basacak halim yok ya. Kim okuyacak bu zırvalıkları dedi.


Sigaranın külü göğsünden çenesine doğru düşünce son kez ve derin bir nefes alıp sigarayı küllüğe bastırdı. Bunu uzun bir müddet ve şiddetli bir şekilde yaptı. Ezmek istediği sigara değildi aslında, kendisiydi. Hiç kimsenin hayatında öncelikli biri olmamış ve hiç olmayacak bir parazit olarak bu dünyada yer kaplamış olduğunu hissedip kendini ezmek, yerin dibine sokmak ve ordan çıkarmamak istiyordu. Kalktı. Yataktan kalkıp masaya oturması arasında sanki bir ömür geçmiş gibi kalktı. Kıtaların yılda birbirinden sadece birkaç milim uzaklaşması kadar yavaş bir şekilde kalktı. Dünyanın güneş etrafında bir tam turunu dönmesi kadar bir sürede kalktı. Siyasilerin seçilmek için vaat edip yerine bir türlü getirmedikleri veya geç getirdikleri vaatler kadar yavaş kalktı. Bu kadar yavaş hareket etmesi sanki tüm yaşananların ve içindeki birikmişliklerin bugün değil de bir ömürdür var olduğu hissine kapılmasına neden oldu. Nihayet kalktı ve masaya oturdu. Uzun bir zamandan sonra kalemi ilk kez eline almıştı. Bir zihin karmaşası yaşadığı muhakkaktı. Çok uzun süren bir savaştan çıkmış, ölüler arasında dolaşırken kazandığını veya kaybettiğini bilmeyen bir asker edasıyla adımlarını atıyordu sanki. Karmaşık bir ruh hâli vardı. Bu hâl ona hiç yabancı değildi aslında. Tanıyordu gelen bu eski dostu ama uzun zaman olmuştu görmeyeli ve bir tuhaflık söz konusuydu. Her zaman kendisinden beklenen ve yerine getirdiği o emin duruşundan eser yoktu. Dalgındı Süleyman. Ne yapacağını bilmez bir halde masada otururken kalemi eline alıp kağıda yazdığı ilk kelime "yazık" olmuştu. Neden yazıktı? Kime yazıktı? Neden ilk bu kelimeyi yazmıştı? Emin değildi hiçbir sorudan. Bunu yazmak gelmişti içinden ve yazmıştı. Hepsi buydu. Zaten hep böyle olmamış mıydı? Onu diğerlerinden ayıran benliği bu değil miydi? Aklına geleni söyler sonrasına sonra bakarız derdi. Yine öyle yapmıştı. Bu defa söylememiş yazmıştı. Sonrasına sonra bakacaktı elbet ya da yakacaktı. Nasıl istersem öyle yaparım dedi sesli bir şekilde. Kim karışacak bana. Söylediğine kendi de inanmamıştı. Masadan kalkmak istiyor ama kalkamıyor yazmak istiyor ama kendi ile hesaplaşmaktan, düşünmekten yazamıyordu.


Neden bu kadar çok düşünüyordu? Kimi veya neyi düşünüyordu? Aslı’yı mı? Kendini mi? Neden bu kadar çok susuyordu? Neden bu kadar çok susarken zihninde bir tufandır kopuyordu? Neden! Neden? Neden?


Enkaz altında kalmış hangi insana elini uzatabilir yahut enkaz altında kalan ve onu kurtaracak bir eli bekleyen kendisi miydi? Uzatılan bir el olsa o eli tutup kurtulmak mı isterdi yoksa enkaz altında kalmayı mı tercih ederdi? Bilmiyordu. Bilmediği ne çok şey vardı şu hayatta. Sevilmek gibi, gülmek gibi, umut etmek gibi. Masada oturan ve kendisi olmadığına inandığı bu yabancı gibi. Kimdi bu yabancı? Bu saçı sakalı karışmış, ensesine kir yapışmış, yüzünün ışıktan öte tarafına karanlıklar düşmüş, omuzları gibi ruhu da çökmüş. Kimdi bu. Onu kendine bu kadar çeken şey neydi? Onda kendini mi görüyordu yoksa bir başkasını mı? Bilmiyordu. Yine bilmiyordu. Hep bilmiyordu. O bir masanın başında oturmuş bir şeyler karalıyor ben ise ona bakarak bir tanıdık arıyorum diye geçirdi içinden. Ne o buldu yazacağı birkaç kelimeyi ne de ben onu tanıdım. İkimiz de geceye ömrümüzden birazını vererek devam ettik yaşamaya...