Biraz önce dışarı çıktım, yürüdüm. Denize baktım. Pek hüzün vermedi bana artık çıkıp gideceğim bu dünya. Bu dünya pek bir şey vermedi bana. Hoş ben de ona pek bir şey vermedim ya. Ama başlangıçta öyle değildi. Gençliğimde ben de coşkuyla, tutkuyla atılmıştım hayata. Anneni sevmiş, işimde de başarılı olmak istemiştim. Sonra biliyorsun, işimi de anneni de kaybettim. Herşeyimi. Coşku, tutku dedim. Bu duygularla şunu isteyerek giriştim hayata; tanınmak. İnsanların, hele yakınlarımın beni tanıması, yaptıklarımı görmeleri, ne yaptığımı anlamaları. Bak sevmeleri saymaları demiyorum. Amacım da birçoklarının yaptığı gibi hak etmediği bir sevgi bulmak, layık olmadığı bir saygı görmek değildi. Beni, ben olarak tanısınlar, bilsinler istiyordum. Ama beni tanımalarını en çok istediğim insanlar, beni en çok yanlış anlayan insanlar oldular. Bak sakın sen de yanlış anlama. Sızlanıyor değilim, hiçbir şeyden yakınmıyorum. Davacı değilim dünyadan. Bunları yalnız senin için şimdi sana yazıyorum. Başka kimseye söyleyecek sözüm yok. İşte hep buydu olan. Annen beni gerçekten sevdi biliyorum ama neydi bu sevgi? Onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. Beni hep ya yanlış anladı ya da hiç anlamadı. Beni hiçbir zaman sahiden ben olarak görmedi ki. O zaman kimdi annenin sevdiği? Ben de ben olmayan birini hatta bir şeyleri sevdi. Sonra beklediklerini bulamadıkça duyguları nefrete dönüşmeye başladığı zaman da ne yazık ki gene ben değildim nefret ettiği kişi. Beni tanıyarak, bilerek, görerek sahiden ben olan benden nefret etseydi inan buna bile sevinirdim. Ama öyle olmadı.