İçine yalnızca bir bilgisayar sığacak kadar dar yapılmış, sağı solu oturanın boyunu geçecek şekilde kapatılmış, şöyle kolunu iki yana açmaya çalışsan dirseklerini çarpacağın bir masanın başındayım. Yakama taktığım isim kartlığının yamukluğunu bilgisayarın siyah ekranından fark edip düzeltmeye çalışıyorum. Temmuz sıcağında, kliması çalışmayan pek kıymetli firmanın merdiven altı ofisinde, gözümü duvardaki saatten ayırmadan saniyeleri sayıyorum. Daracık masada bilgisayar haricinde birkaç şey var: Geçen ayki hiçbir karara varılmayan toplantıda dağıtılmış küçük, sıkıcı bir ajanda ve içinde kalemden çok işe yaramayan çer çöpün olduğu siyah kalemlik. Saçlarımı iyiden iyiye terletmeye başlayan kulak üstü kulaklığı çıkartmamak için kendimi zor tutarken müdür ile göz göze gelince elimi klavyede dolaştırıp iş yapıyormuş gibi gözükmeye çalışıyorum. Öğle molası vermeye tam tamına bir dakika otuz yedi saniye kalmışken yan masadan Semih, ayağıyla sandalyemi dürtüp etraftaki lokantaları saymaya başlıyor. Hepsine kafa sallıyorum, ''olur'' diyorum, fark etmez. Yeter ki azat etsinler beni. Burada her gün berbat ve sıkıcı geçiyor fakat bugün bir başka. Bugüne has bir koku var etrafta, günlerdir yağmur yağmayan, tek tük ağaç kalmış beton şehrin kuru ve boğaza yapışan bildik kokusu.

Sonunda! Hemen kafamdaki kulaklığı çıkartıp sandalyeye astığım ceketi üzerime geçiriyorum. Bir yandan da monitörün düğmesine basıp güya çok akıllı olan fakat insana angarya iş çıkartmaktan âlâ görevi olmayan bilgisayarı kapatıyorum. Semih ve diğerlerinin peşine takılıp rastgele bir lokantaya girmeyi amaçlarken diğerleri yine beni konuşuyor, kendimi ortaya çıkarmamak adına bunca çabama rağmen.


-Sen ne yiyeceksin Bay Fark Etmez?


Diğerlerinin ufak kahkahalar atması ile afallıyorum. Çünkü buna gülebilmek meziyet ister, tabii gülmeden önce yapan kişinin statüsüne bakmıyorsanız. Sakince gülümseyip ''Fark etmez, size uyarım.'' diyorum ve bu konunun burada kapanmasını, yeniden, birlikte konuştuklarını sandıkları ama sadece herkesin kendinden bahsettiği çok keyifli (!) sohbetlerine geri dönmelerini bekliyorum. Daha çok beklerim. Çalışanlar arasında kıdemli olan Melek Hanım'a sağdan sağdan yanaşan Ceren, benim duymayacağımı sanarak benim üstümden iddiaya giriyor.


-Var mısınız iddiasına Melek Hanım? Emre, iki gün içinde bir kere olsun, herhangi bir konuda fikrini söylerse benden size iki yüz lira.

-Arada söylüyor canım o kadar da değil.

Ceren'in tombul yanakları şaşkınlıktan iyice aşağı çekiliyor sanki. ''Melek Hanım'a yanlış bir hamlede mi bulundum? Oysa sadece biraz eğlendirmek, biraz da gözüne girmek istiyordum.'' Yüzünde bu düşünceler beliriverdi birkaç saniyeliğine, ta ki Melek Hanım yeniden söze başlayıp bu basit teklifi kabul edene kadar.

-Ayrıca iki yüz az olur. İki yüz artı yemek diyorum.

-Anlaştık o zaman, ay çok heyecanlı.


Duymazdan gelmek, binaların arasından görünen gökyüzüne bakıp derin bir nefes çekmek daha kolay geliyor. Göğe bakmak, Ceren'e onu duyduğumu söyleyip dikkate almamak üzere sorulmuş sorular karşısında yanıt vermemeyi tercih ettiğimi söylemekten daha keyifli geliyor. Nerede yiyeceklerine karar verirken harcadıkları eforu, ağızlarından çıkanları düşünmek için harcamadıklarından onlara üzülüyorum. Biliyorum ki aldığım nefes, gördüğüm gök, kaldırımlara inat yeşermeye çalışan kısa otlar, hepsinden daha samimi. Ellerimi pantolonumun cebine sokup hızlanarak onları geçiyorum. Çoktan kararlaştırılmış lokantanın kapısında boncuklardan yapılma, yerlere kadar uzanan bir kapı süsü var. Birbirine yakın yerleştirilmiş, hepsi birbirinin aynı, kahverengi-krem renginde masa sandalyeler, esnaf lokantası selamı veriyor adeta. Semih, müdür ve birkaç kişinin daha olduğu masaya geçip baş selamı veriyorum. Bir mercimek bir de patlıcan yemeği istiyorum, yanında naneli cacık. Arada gelip gittiğimden beni tanıyan lokanta sahibinin küçük oğlu, okul üniformalarıyla tablet oynarken bana el sallıyor. Günün ilk gerçek gülümsemesi yüzüme yerleşince derin bir ''Oh'' çekiyorum gizliden, içime umut tohumu serpen, candan bir etkileşim kurmanın ne kadar şükür gerektirdiğini biliyorum çünkü. Çorbama ekmek doğrayıp bir yandan da masadakilerin sohbetine kulak kabartıyorum.


-O iş için arkasında devletin parmağı var diyorlar.

-Hadi! Ciddi misin?

-Valla ben de internette gördüm.

-Onu bunu bilmem de herkes bu işin sonu kötü biter diyor. Ben de öyle düşünüyorum, zaten seçimler de yaklaştı. Hem se...

-Ne zamandı seçimler?

-En fazla seneye falandır herhalde.

-Dur bakalım hemen.

-Aman, boş ver. İşte öyle, ben çok taktım bu konuya. Bu aralar hep bununla ilgili paylaşımlara bakıyorum. Çok komik şeyler de var içinde aslında, dur, onları göstereyim sana.


Bu sohbette ne ararsanız var. Çok gizli olduğunu iddia ettikleri bir meselenin, esnaf lokantasındaki sıradan bir masada söz konusu olabileceğine inanmak var. Sohbete dair bir şey bilmese bile çok bilirmiş gibi anlatmaya, tahminlerde bulunmaya devam etmek var. Tam ufacık bir şey öğrenecekken ona bile tahammül edemeyip adeta kaçarcasına konu değiştirmek var. Onları dinledikçe içinde şaşkınlık olmayan, aksine bilmenin, beklenenin gerçekleşmesinin verdiği yandan bir gülümseme peyda oluyor suratımda. Tam o anda masadan biriyle göz göze geliyorum. Sanki o da hissediyor bu durumun yapmacıklığını, o da değiştiremeyecekleri için çabalamanın boşuna olduğunu biliyor ve susuyor benim gibi. İkimiz de önümüze dönüp yalnızca çok düşünenlere has kamburumuzu tek başımıza taşımayı tercih ediyoruz. Zamanımın çoğunu harcadığım bu insanlar ile konuşabilmek, ortak paydada buluşabilmek kaçındığım şeyler değil. Fakat sözde muhabbetlerine tanık oldunuz. Okumalarına, araştırmalarına, oturup üstünde belli bir süre düşünmeye, tartışmalara dayanan, kafa patlatılmış bir tane, abartmıyorum, bir tane fikirleri yok. Çok şey bekliyorum belki de. En azından başkalarının ortaya attıklarına bu kadar çabuk sarılmasınlar diyorum. Herkes böyle artık, ayak uydurmam lazım değil mi? Doğru, şimdilerde birkaç dakikadan fazla sürecek esaslı bir sohbet etmek, dünyanın bir ucundan diğer ucuna saatler içinde gitmekten daha ulaşılmaz. Hiç olmazsa oradan buradan tutup bırakmadıkları ve her yerde sanki kendilerininmiş gibi sattıkları fikirler, anlamlı olsun diyorum. O da yoksa eğer, ben bu konuyu bilmiyorum, diyebilmek, anlamak için bilene müsaade etmek, biraz da üstüne düşünmek bu kadar mı zor? Zor demek ki, zor ki yapamıyorlar. Hele ki kolay olan her şeyi elde etmeyi en çok onlar severken bunları yapmıyorlarsa zor demek ki.