Yedi güzel zühre yıldızının hikayesidir.
Bu şehre geleli yedi yıl oldu. Öncesinde taşrada, küçük bir kasabanın kavruk havasında küf bağlayan ömrümü şimdi şehrin rutubetinde çürümeye bıraktım. Ayvaz’la bir araya geliriz sıklık. Ayvaz; sümüğü durmayan burnu, körpe kuzu bakışlarıyla, Yavrum Ayvaz. Neden ben ona yavrum derim, o bana neden “Ba-baa” der, anlamam. Babasız büyüyen bendim halbuki. Bu akşam Arif’in yerine gideceğiz. Arif üçkağıtçı, pisliğin tekidir ama kebabın, mezenin hası da ondadır. Ağzı da güzel laf yapar. Kimi atmasyon, kimi tutmasyon minvalindendir ya; yine de kendini dinletir Arif. Arif yerin altını da yerin üstünü de bilen adamlardandır. Çok acı görmüş mahpuslarda, hücrelerde adını bile hatırlamadan günlerce yatmıştır. O yıllardan hatıra kalan sırtı bir harita gibi yarık yarık, sınır sınırdır. Ya kafayı o yıllarda çatlattığından ya da karakterindeki çatlaklardan olacak söylediklerinin çoğu hikayedir. Sever anlatmayı. Herkese değil öyle. Bizler gibi ruhu yamalı, doğuştan ensesi kara, hayata eğdiği kafasıyla yan yan bakan garipleri sever. De haydi, al sazı eline be Arif.
Yedi ülkeden yedi güzel kız buluşur Büyü Çölü’nün ortasında. Oraya bırakılmıştır bu yedi güzel. Kimisi eziyetten gelir, kimi felaketten, kimi hıyanetten bıkıp da kaçmıştır. En güzelleri konuşur, güzelliği en çok ağlayanı.
“Ben tapulu malıydım efendinin. Dili baldı, elleri zehir. Gözü su, bakışı har. Evi serin, döşeği diken. Kalbi kuyu, sonsuz derin. Kuyunun içinde yedi başlı bir dev. Her akşam zührenin çıkmasıyla beraber beni oraya kilitler. Sabaha kadar devden korurum kendimi.”
Devam et güzelim…
“Edeyim abla. Canını çıkartana kadar iş, güç. Sefil bir yaşam. Devin gönlü hoş olmaz, yanı yöresi dağınıktır. Kapısı kapanmaz, isteği sınırsız. Bilir ki en çok aynalardan korkarım. Onun yaba ellerinden değil, onun haykıran nefesinden değil, en çok aynalarından korkarım. Ay gibisin, der. İnadına yüzüme yüzüme tutar aynaları. Yüzüme bakamam. Kendimi görmek istemediğimden değil, göremediğimden. Aynalar mı göstermez beni veya aslında ben diye biri yok mu, bilemem. O da beni yok hükmünde sayar, illa yüzüme yaklaştırır aynaları. Buraya tüm aynalardan geçip de geldim. Madem ben yoktum. Temaşa da olmasın. Mademki göz bebeklerinde göremeyecektim kendimi, ben de ne varsa aynaların yüzünde bıraktım geldim. Dev de beni artık istese de bulamaz. Onu aynalara hapsettim. Beni aynalarda göremediklerim, onu ise gördükleri öldürecek…”
En küçükleri sarı, mahzun bir kediye benzer. O alır sözü:
“Yumruk kafalı bir oğlu var bizim efendinin. Boynu kısık, doğuştan kalpsiz. Efendim yamalı. Karısının ağzı dikili. Bir bohça misali şişkin bu yüzden. Bir ayağım çivili, bir gömlek üstümde, çıplaklığı kendim bilmişim. Soyunup kendimden her gece, vurup ellerimi urgana, saçlarımdan göğe asarım kendimi. Aklımı uçururum gökteki asma kata. Efendi dahil, saldırgan oğlu dahil kimse bilmez. Onlar bir cesede sarar kollarını. Ben aklımı saçlarından sürükleyip bir odaya kapatırım her gece. Bu sürme gözüm, bu dilsiz kızım bilir bir tek. Gözlerinin ardından bir at diler bize. Ben uykumda o atı vurdum, bilmez. Kirpiklerimin ağırlığında ezdim. Bu yüzden benim uykularıma dayanamaz. Yanımda getirdim onu da bu yüzden. Benim boynumdaki urgan onun boynuna dolanmasın diye... Onun saçları benimkiler gibi solmasın diye...”
Dilsiz güzel anlatır:
“Ben körüm esasen ama lal bilir herkes beni. Beni ateşten bir hikayeye hapsettiklerinde kaybettim gözlerimi. Gördüklerim bir kainata yeter de artar. Ben gölgesiyim onun, ruhuyum, bilmez. Hem körüm hem de onun ruhunu duymaktan bezginim. Bu yüzden lalim. Bahçedeki sarnıçta boğdum dillerimi. Onu ceset diye sardıkları gecelerden biriydi. Dayanamadı çığlığıma gece. Zührem kayboldu. Onun aklını uçurduğu geceydi. Ben bir bohça verip bir de at katıp yanına, yolladım onu. Onun saçlarının solduğu geceydi. Ben urganlarla boğdum boğazımdakini. Onun cesedini bir döşek misali ezdikleri geceydi. Ben gözlerimin ardından seslendim kaybettiğimi. Gel, dedim. Gel dediğinde gelenlerdendir, bildim. Onun ümit atını vurduğu geceydi. Zalim efendi ve kısık boyunlunun yeryüzüne yayıldığı geceydi. Katran karasından başka renk kalmadı dağılıp döküleceğimiz. Zühremin bana göründüğü gece, tutundum onun eteklerine. Buraya boynunu vurduğumuz, kellesini ateşe tuttuğumuz esaretten geliyoruz.”
—Bu hikayen amma acıklı be Arif ağabey…
—Ağabey, içimizi kıydın be…
—Susun! Gavurlar!
Güzelliği en çok beklemiş olanı başlar anlatmaya:
“Ben develer ardı sıra kümelenmiş dağların olduğu çorak bir ülkeden geliyorum. Bedenimde en ağır yerim kalbim oldu. Bir sarayın isler içinde, çalışsa da miskin, yunsa da pis, toksa da açgözlü, anlasa da aptal bir mutfak hizmetçisiydim. En çok yüzüme bakılmaması üzerdi beni. Bir şey istenirken dövülmek, etimin bürülmesi, saçlarımın yolunması değil… Ama bir gün keşkek kazanını kazırken ilk defa yüzüme dikilmiş bir çift bakışla karşılaştım. Öylesine dik, öylesine sorgular, merak eden bir bakış. Yerdeki kuma diktim gözlerimi. Avuçlayıp karnına sürtmeye başladım. Bir türlü silemedim keşkek kazanının karnından o bakışları. Tepemdeki o bakışlar ben işimi bitirip gidene kadar peşimi bırakmadı. Ben bakışları silmek isterken kazanın boyası sökülüp kalktı. Nasıl olurdu bu? Bakışlar hala kazanın üzerinde olduğu gibi dururken… O gün saçlarım yolunur, yüzüm tırnaklanırken de o bakışlar kazanın üzerinde duruyordu, öyle olduğu gibi.
Dünyada ben diye biri hiç olmamıştı. Ben bile kendimi var saymamıştım. Ama bende bir şey vardı, benim var olmamdan daha kıymetli bir şey. Adının aşk olduğunu onu yitirdikten sonra öğrenecektim. Kainatta ondan çok vardı. Benim kalbimde de kainat kadardı. Ama ben o mühürlü zamana kaydettiğim bir çift bakış kadar, kısa bir an onu tadacaktım. Herkes bir şeylerin yoksunluğundan şikayet eder ya. Ben aşkı bulmakla lanetlenmiştim. Onun kocaman yaptığı kalbimi bir ömür boynumda taşıyacaktım. Onu bir başıma ömrümün sonuna dek taşıyacaktım. Bu ağırlığı pay edecek başka bir kalp bulamayacaktım, bu benim lanetimdi. O bakışların sahibine hiçbir zaman sahip olamayacaktım. Bir sevgi peyda etmiştim ondan. Ben, varsa ben diye biri, bu Ben’in yüküydü. Aşk benimleydi, beni bu zühre yoluna kadar getirdi. Artık hesap vermeden, istediğim kadar düşleyecektim onu. Bu benim lanetimdi, bu benim…”
Söylüyordu Arif…
Yeryüzünün bütün acıları tanıdıktır. Mazlumlar birbirini yüzlerindeki zulüm izlerinden tanır. Bir zulme tutulduysa kalp tutkun atar. Yaraların perdelerini aralanır ve her esen rüzgarda can sallantıya tutulmuş misali titrer. Tüm zamanların ezici hızı canın üzerine basıp geçer. Arif anlatıyordu. Sayıklar gibi anlatıyordu. Yeryüzünün tüm acıları diz kırıp oturuvermişti etrafına. Kimisi eteklerini altına toplayacak usulca, kimi sezdirmeden, kimi paldır küldür ta orta yere... Arif hesap soruyordu. Niye vardı bunca zulüm, bunca kara keder? Bunca lanetli uzun geceye tutulmuş bu gezegende bir kaş çatımı bile ağırdı…
Diğer güzele geldi sıra. Zulüm, güzelleri seviyordu. Çirkinleştirecek şeyler en çok güzellerde boldu da ondan. Bir kara lanete tutulmak beyazın hakkıydı. Bir şey çirkinleşecekti madem önce güzel olması gerekiyordu.
Güzelliği en çok kararmış olanı:
“Benim efendim insandır. Gölgelidir, altında yatar, dinlenirsiniz. Serindir, ferahlatır. Dağları engebesizdir, yorulmadan çıkılır göğünün sırtlarına. Bir de en tepeye tırmanıp etrafı seyreylediğinde ova misali ayaklarına serilir güzellikleri. Hayal gördürür, bazen de bir seraba dönüşür. Bu çöle gelmeden evvel nicelerini onda temaşa ettim. En kötü özelliği budur. Onda gördüklerinize bir kapıldınız mı saçlarınızdan yakalar sizi ilkin. Bir serin esinti olup saç diplerinizde gezinir. Ensenizden yakalar. Kıpırtısız, onun ellerindesinizdir artık. Bir sıtma olup yerleşir kalbinize. Yürüdüğünüz yollar ve o düş tepeleri hem çok hoşunuza gider hem de sonunu görememek, sonunda hiçbir yere varamamak kalbinizi yorar. Kalbinizdeki sıtma dinmez, artar. Bir düşün en yamaç yerindesinizdir artık, yolun sonunda bir heyula bekler sizi. Orada beklediğiniz heyula yalnızlığınızdır ve yol hiçlik yoludur. Bu yolda ne evlat ne anne ne kardeş sizi kurtaramaz. Bir gün o yolların beni getirip savurduğu sarp kayada fark ettim zühremi. Zührem beni buraya kadar getirdi. Akçaağacın dibinde bıraktım yorgun kalbimi. Şimdi artık düşlere kanan bir kalbim yok. Efendimi düş bahçeme kilitledim. Ben yarı deliyim. Benim bir nihayetim yok. Bir düşüm ben…”
—Eveet! İşte böyle, dedi Arif.
—Arif ağabey, diğer ikisi?
—Ben de merak ettim Arif.
—Diğer iki güzelden biri sağ, zindanlarda. Diğeri ölü. Yaşayan altıncı güzel zulümden kurtulup da buraya kadar gelemedi. Kara başlı cellattan kaçarken şehrin kara sularına attı kendini iki evladıyla. Kara sular iki evladın canını içine alır, güzeli zulmün ellerine teslim eder. Kökünden zorla sökülür bir ağaç misali, atılır kara zindanlara. Onu çaprazımdaki karanlık hücreye hapsettikleri zamandan bu yana yıllar oldu. Zulmün kara denizine iki evladını verdiğinden beri onlarla beraber zindanlarda cesedini sürüklemekte. Onun gibi çok güzel var hücrelerde. Kara celladın sindirdiği yüreklerinde zulmün dineceği anı beklemekteler. Altıncı güzel öyle zulüm görmüş biridir ki güzelliği dayanamaz, onu terk edip gidemez. Herkesin bırakıp gittiği bu güzeli, bir tek güzelliği terk edip gidemez. Zühre onunladır.
Yedinci güzel, çok uzaklardadır. O kadar uzaklara gitmiştir ki artık dönülemeyecek bir yerdedir. Şehrin kara bir semtinde iki kara dev tarafından saldırıya uğramış, sonra bu iki kara dev tarafından ateş tüccarına satılmıştır. Cesedi tanınmayacak bir halde bulunan bu güzelin kendisi ölüdür ancak güzelliği hala iki yakayı birbirine bağlar. O günden beridir kötünün işi rast gitmez çünkü iki yakası bir araya gelmez. İki yakası bir araya gelmesin lafı o günlerden gelir. Cesedinin bırakıldığı yerde bir tohum misali ağaca bürünür. Bu ağaç cennet ağaçlarından biri olur. Her renkten, her meyveden üzerinde bulunur. Bir ağaç yürüyemez nasılsa diye zühresi yanından ayrılmaz. O yüzden o güzel de cennet ağacına bürünen bedeniyle değil, güzelliğiyle hüküm sürer dünya toprağında. Kara dev de onu sattıkları ateş tüccarı da sonsuz acının ovasında zincirlidir.
Yedi güzel sıkıntıların bittiği Büyü Çölü’nde oturup beklemektedir şimdi. Acının ovasında kopacak kıyameti beklemektedir. Kıyametin kopacağı gün, zulmün saltanatının biteceği gün yeryüzüne dağılacaklar. Düş bahçelerinden getirdikleri sepetlerinden güzellik serpecekler toprağa. Billur kokacak toprağı, yemişlerin en alından tadacak mazlumun damağı…
Arif artık sayıklıyordu. Bir kelime daha duyacak halimiz kalmamıştı. Arif eliyle yukarıyı, gökyüzünü gösteriyordu. Gökyüzünde Harut’la Marut’un asılı olduğu yıldıza elini uzatıyordu. Ertesi sabah yeryüzüne inmiş kadar parlak sabah yıldızına… Açtığında gözlerini bir mırıltıdır tutturdu:
“Niye doğdun sarı yıldız mavi yıldız
Aman aman evler yıkan yıldız
Evler yıkan beller büken
Kanım döken kervan kıran
Dön dön yâre doğru dön…”
Figen Yıldız
2022-02-28T22:03:22+03:00Çok teşekkür ediyorum🍀
Haneke
2022-02-28T22:02:32+03:00Sizden okuduğum ikinci öykü. Beğeniyle takipteyim. ✌️