Hürriyet Gazetesi’nin 19 Ocak 2020 tarihli sayısında bir haber başlığı:

“Anne Vahşeti”


Anaokul öğretmeninden oğluna 12 bıçak darbesi, alt başlıklı. Bir de çekilmiş bir fotoğraf iliştirilmiş haberin başına. Annenin gözlerinin içine derin derin bakılacak kadar gülümseten bir fotoğraf.

O kadar çok 19 Ocak 2020 tarihli Hürriyet var ki evimizde, bir fotoğrafı yok ettiğimde hep bir diğeri çıkıyor karşıma.


Üzerinde kardeşimin kahvaltı yaptığı, ninemin ekmek doğradığı ve annemin patates soyduğu o kadar çok sayı var ki. Islanıp yakılıyor, sanki biri diğer odada da, tekrar basıyor bu sayıyı. “Anne Vahşeti“ alındığı günden beri bizimle beraber yaşıyor, sinek öldürmek için veya çaydanlığın altına konmak için hep çekmecede bekliyor. Kahkahalarımıza ve gözyaşlarımıza şahit tutulacak belli ki, kaybolmuyor ve küllerinden doğuyor.


Haberin içeriğini paylaşmak istemiyorum esasında ama başlık ve alt yazı her şeyi apaçık sermiyor mu ortaya?


Murat Gülsoy “Ve Ateş Bizi Tüketiyor” kitabında şöyle diyor: “Fotoğraf, yaşanan anları hızla geçmiş zamana dönüştürür. Şimdiki zamanın geçmiş zamana dönüşmesi. Çok korkunç. Bir çeşit zaman makinesi sanki.” Annenin elinde duran telefon hangi tarihin geçmişi? Kayra’nın yüzünde asılı kalmış olan tebessüm ölüme dair bir emare mi?                                                                                          

Oyun oynarken annesinin yanına sokulmuş ve tuşa basılmış gibi. Kayra takdir alacakmış, öyle diyor haberde. Acaba ev ödevlerini yaparken nerede oturuyor? Ya da ne olmak istediği sorulduğunda, “melek” demiş midir o da diğer bütün çocuklar gibi?


Ninem, haberi her gün unuttu. Fotoğrafı her gördüğünde anlatmak zorunda kaldım ve o hiç bıkmadan bana aynı soruyu sordu: “Neden?”


Sahi neden bırakıyoruz yaşamayı? Ne zaman karar veriyoruz vazgeçmeye? Neden yapıyoruz bu zulmü kendimize?


Acaba anne biliyor muydu bu fotoğrafı çektirdiğinde, öldüğü zaman manşet olacağını? Kayra, o geceden sonra annesiyle bir daha uyuyamayacağını biliyor muydu? Baba eve döndüğünde karşılaştığı manzara, onu nasıl yaşamaya devam ettirdi? Ya da yaşamıyor belki.                                                        

 

Bu haber bende deliliğin yansıması. Hikaye tanıdık ama haber başlığı yabancı. Biliyor musunuz bu bizim imtihanımız. Yola başlarken yolda kaldığımız.


Fotoğrafla 6-7 aydır birlikteyiz. Bütün kışımız ve baharımız anne vahşetiyle geçti. Habere her gözüm takıldığında bir önceki gün attığım kahkahadan utandım, gece başımı yastığa koyduğumda canımı sıkan dertlerimle yüzleştim. 19 Ocak’ı takvimden koparıp atamaz mıyız? 30 Temmuz’a yaptığımız gibi gözümüzü kapayıp o gün geçsin diye uyuyamaz mıyız?


Hayır, artık uyanma vakti. Gözümüzü her kapadığımızda bir çocuk daha oluyor canından. Annesi, babası, komşusu, amcası... Ne istiyorlar bu çocuklardan? Kimseye güvenmeyin, diyor Müge Anlı. Niye kaybolmuş insanlığımızı bulmuyor? 

Nerede yitirdik içimizdeki çocuk sevgisini?


“Bana istediğinizi yapabilirsiniz ama gerçeğime asla dokunamazsınız.” diyor Halil Cibran. Üzgünüm üstat, bizim gerçeğimize dokunuyorlar. Elimizden gelen sadece gazete parçasını kesip unutmamak için yazmak oluyor. Oysa devam etmemeliydi. 19 Ocak günü bu son denmeli ve çocuklara olağanüstü haklar verilmeliydi. Gerekirse durmalıydı dünya, sesini duyurana kadar çocuk; rüzgar durmalıydı, dünya durmalıydı, zaman durmalıydı. Güneş karanlıkta kalmalı ve her çocuk çıkarılana kadar hapsolduğu yerden, güneş doğmamalıydı. Yasaklanmalıydı her türlü bıçak, silah, bomba, tank, tüfek; her çocuk büyüyene kadar yasaklanmalıydı. Ama olmadı. Elimde kesilmiş bir gazete haberi, birazdan doğacak güneş. Rüzgar yine serinlik verecek seher vakti. Arkadaşlarım ve ben yarın bir yerde oturup neşeyle sohbet edeceğiz.

Devam ediyor “yaşamak”.

Her gün bir tanesi ölüyor, gazeteler 3. sayfa haberi olarak veriyor ve devam ediyor “yaşamak”.


Boğazımda asılı kalmış bir kemer ve sanki gövdemde 12 bıçak darbesi.


Yaşamak hürriyet demek değil miydi?