Hayır, diye düşünüyorum. İçimdekileri susturmayacağım. İçimi susturmayacağım. Ama ben susacağım. Evet, diye düşünüyorum. Onu yazacağım. Bunları yazacağım. Ama ona okutmayacağım. 

  Düşünmeyi bırakıyorum. Akışa bırakıyorum kendimi. Sele kapılır gibi kapılıp gitmeyi bekliyorum yaşamda. Olmuyor. Kuraklaşmış hayat. Olduğum yerde durmaya devam ediyorum. 

  Delilik sende doğal duruyor, diyor biri. Onu dinliyorum. “Korkutmuyor aksine kendine çekiyor.” Gözlerimi kapatıyorum. Öpücüğünü istediğimi sanıyor ama kaybolmak istiyorum. Ben kendimi bulabilirim ama o beni asla bulamaz. Bu yüzden kaybolmak beni korkutmaz, her defasında işime gelir.

  Gözlerimi açıyorum yavaşça ama karşımda o yok. Başka biri var. Ben de onun karşısındaki o değilim. Başka birinin karşısındaki biriyim. Dört sandalye var. İkisini doldurmuşuz biz. Kalabalık gelen diğer insanlar teker teker talip olurlar dolduramadığımız o iki sandalyeye de. “Çantanı yanındaki sandalyeye koy,” diyorum ona kendi çantamı yanımdaki sandalyeye koyarken. “Çantam yok ki.” diyor.

  Masada sadece paketler var. Sigara paketi. Çocukları koruyun dumanınızı onlara solutmayın, yazıyor. Paketin üstündeki fotoğrafta yer alan çocuk benim çocukluğuma çok benziyor. Fotoğraf geçmişten olmuş olsa ve oradaki çocuk şu an benimle yaşıt hale gelmiş olsa bir dava oluşurdu aramızda. O fotoğraftakinin ben olduğumu, benim çocukluğum olduğunu iddia ederdim. 

  “Neyin var?” diye soruşunu duyuyorum onun. Bir cevap bekleyişindeki sessizliği duyuyorum. Paketi açıyorum. Sigara paketini. Çekip çıkartıyorum içinden birini. Dudaklarımın arasına yerleştirip yakıyorum. “Dumanı üflerken yan duracağım, bak.” diyorum ona. “Yan profilden poz vereceğim. Bu paketin üstündeki gibi.” Dumanı üflerken pozumu veriyorum. Onun beni anlamayan şaşkın gözleri bir benim bir de paketin üstünde mekik dokuyor. “Benziyorum değil mi? Benim çocukluğum sanki bu. Öyle de olabilir. Annemin anlatmadığı bir sürü şey var. Benlik bilinci oluşmamış bir çocuk için devlet onun büyüyeceği eve kamera koymalı bence. Her çocuk büyüyünce geçmişinde hatırlayamadığı şeyleri öğrenmek ister. On sekizine geldiğinde nasıl sigara içebilme hakkı doğuyorsa o kamera kayıtlarını izleyebilme hakkı da doğmalı mesela.” 

  “Bilmiyorum,” diyor belli belirsiz. Zihnini bulandırdım sanki. Ne diyeceğini hatta ne düşüneceğini bilemeyecek hale geldi. “Boş ver,” diyorum. “Saçmaladım.” Ve bir sifonu çeker gibi onun zihnine bıraktığım pisliği temizliyorum. Her şey berraklaşıyor onun için ve yeniden konuşmaya başlıyor. 

  Benim gözlerim pakete dalıyor. Kim olduğunu bir öğrenebilsem oradaki çocuğun… Sigara bırakma hattını mı aramalıyım bunun için kimi aramalıyım? Onun sigara paketinde de başka bir çocuk var. Daha doğrusu bir bebek. Sarıp sarmalandığı yeşil bir örtü… Benim de öyle bir örtüm var. “Nereye daldın yine?” Onun masada duran paketini elime alıp gözlerime yaklaştırıyorum. İyice inceliyorum. Benim örtüme benziyor örtü. Bebek de benim bebekliğime benziyor sanki. Saçlarım şu an sarı ama bilemem ki belki bebekken siyahtı… Annem hiç anlatmadı. “Sen beni bebekken gördün mü hiç?” diyorum ona. Kardeşime. Kaşları çatılıyor hemen. Bana ne zaman sinirlense yani onun deyimiyle ben ne zaman saçmalasam kaşları hep çatılıyor sonra alnında bir çizgi günlerce kalıyor. O sinirin izi zor geçiyor. “Aramızda beş yaş var ben nasıl görebilirim senin bebekliğini?” 

  “Doğru,” diyorum. “Senin yaşın yetiyor mu sigara almaya?” 

  “Sana ne? Sen mi satıyorsun sanki bana?”

  “Düzgün konuş benimle. Ablanla.”

  “Saçmalamayı bırak o zaman.” 

  Yaktığım sigaranın sonuna geldiğimin farkına varıyorum. Küllükte söndürüyorum. Açık bir kabir gibi duran küllüğün içindeki cesetlere yani izmaritlere bakıyorum. En fazla kardeşim içmiş gibi masada. Onun dudaklarındaki pembe ruj bulaşmış halde çoğuna. “Çok içme,” diyorum. Parmaklarının arasındaki sigaradan bana inat yaparmış gibi derin bir nefes çekiyor. Tam dışarı üfleyeceği sırada “Yan dur.” diyorum. “Yan dur öyle üfle.” Dediğimi yapıyor. Bir yan profiline bakıyorum bir de benim sigara paketimdeki fotoğrafa. “Sen de benziyorsun aslında,” diyorum. “Ama biz kardeşiz. Birbirimize benzeriz. Buradaki sen de olsan ben de olsam ayırt edemeyiz.”

  “Sen benim bebekliğimi gördün.” diyor anlamlandıramadığım bir öfkeyle. Bu sefer de benim kaşlarım çatılıyor. “Hayır,” diyorum. “Görmedim. Annem hiç söylemedi bir kardeşim olduğunu. Bizim seninle hiç abla-kardeş fotoğrafımız yok. Bizim çocukluk fotoğrafımız yok. Bir zamanlar çocuk olduğumuza dair bir kanıt yok. Sen hiç çocuk olmuş gibi hissediyor musun? Çocuk olduğunu hatırlıyor musun? O yeşil örtüyü bile ben kendime geçen hafta aldım. Biliyor musun?”

  Kardeşim kendi paketindeki son sigarayı yakıyor. Dudaklarındaki pembe ruj nedense hiç solmuyor bense her sigara içişimden sonra dudaklarımdaki kırmızılığı tazeliyorum. “Bilmiyorsun,” diyorum. “Kırmızı ruj sarışınlara daha çok yakışıyor mesela ama sen bilmiyorsun.” Çatılı kaşlarının altındaki bir çift göz su kaçırmaya başlıyor. Bu sefer beceremiyorum. Sifonu çekemiyorum. Kirlettiğim zihinlerdeki pisliğimi temizleyemiyorum. 

  “Boş ver ama pembe senin yaşına daha çok uyuyor,” diyorum. Beş yaş fark… Benim yaşım kaçtı bilmiyorum ki onun yaşı kaç? Belki de şu an kardeşimin çocukluğunu veya bebekliğini görüyorum. Kendim de çocuğum daha belki farkına varamıyorum. Yani paketin üstündeki fotoğrafta yer alan çocuğun ben olması için illa o fotoğrafın geçmişten olması gerekmiyor… Tabii ya! 

  “Çabuk telefonunu ver.” diyorum ona. “Seninkine ne oldu?” diyor. “Çantamda,” diyorum. “Hadi ikiletme de ver şu telefonunu.” Derin bir nefes alıp veriyor. İç geçiriyor. İçini geçiriyor havaya. Telefonunu bana veriyor. 

  “Alo, 171 mi?”

Bir cevap bekliyorum fakat ses gelmiyor. Telefon çalmıyor bile. Kayboldun, diyorum kendime içimde yankılanmayı beklemiş bir sesle. Kapalıyken rüyalardan, açıkken sanrılardan kurtulamayan gözlerimi ne yapsam diye düşünüyorum. Küllük gibi kullanıp sigaramı basmak istiyorum irislerime. Birinin dudaklarıma yapıştığını hissediyorum, gözlerimi açıyorum. Geri çekilip elimin tersiyle dudaklarımdaki nemi kuruluyorum. "Rujumu bozdun." diye azarlıyorum karşımdakini. 171 numaralı kırmızı rujumu...