Füzeler geçti ve insanlar görünür kıldı perdeyi. Sarıya çalan grinin bir tonuydu ne çok kara ne beyaza yakın. Zaman bir koku bırakmıştı çürümeye çok benzer. Lime olmuş iplikler sarkıyordu, yeryüzü sarıya çalmıştı ne çok kara ne beyaz bir gri altında. İnsanlar şimdi bunun altındaydı perdeyi ilk defa görüyorlardı ve tenlerindeki hastalık parıltısının nedeni açığa çıkmıştı. Büyük başlıların büyüğü perdeyi aralamalıyız diye fikir beyan etti. Küçük başlıların en küçüğü korkuyla yerine sindi. Söz ona gelmeyecekti, fikir dallanıp budaklanacaktı. Bu yüzden çabucak bir plan yaptı ve gece çöktüğünde ufka doğru koştu. Ufukta iplikler daha belirgindi ve birkaç tanesi yeryüzüne değiyordu. Bunların arasından büyük bir dikkatle kıvırdı bedenini, küçük olması ilk defa işine yarıyordu, perdeyi rahatsız etmeden gölgelerde süzüldü. Açıkta ama başlardan çok uzakta kendine bir sığınak inşa etti. Burada rahatsız edilmeyeceğine inandı ve yuvasına girdi. Derin bir uykuya daldı.
İnsanların kalanı heyecanlıydı, korkmaya ve kaçmaya yer arayanlar vardı ama bunu bile yapamayacak kadar korkmuşlardı, desteklemeseler de bir arada olmanın büyüsünden çıkmamaya devam ettiler. Biraz daha bilmişleri emirler yağdırıyordu, çok daha bilmişleri kalemler ve kağıtlar tüketiyordu. En başında ise ulu gözleriyle gözleyen baş vardı. Aylar geçti ve kararlar alındı bazıları bozuldu, daha piyasaya düşmemişken el altından yok edildi, ama nihayet açıkta bir plan vardı. Büyük başlıların orta başlı askerleri, küçük başlıları gözaltına alma kararını yürürlüğe koydu öncelikle. Kaçma girişimleri kısa sürede önlendi ve ellerinin altındaki bir grup küçük başlıyla büyük başlıların huzuruna dikildiler. En büyük baş izledi, tek tek inceledi her başı. Ve başını hüsranla iki yana salladı. Onun bir kademe altındaki büyük başlı sözcüsü bunların yeterince küçük başlı olmadığını duyurdu. Aranan çok daha küçük bir baştı. Ve jüri olan diğer büyük başlılar aralarında istişare etmeye bazen bağırıp çağırma yoluyla tartışmaya giriştiler, eller ve ayaklar havada uçuşuyordu. Kağıtlar dört bir yana saçılmıştı ama en büyük baş diretti, yani hüsranla yeniden iki yana salladı başını. Orta başlı askerler tırnaklarını yiyordu, endişeyle dikiliyorlardı küçük başlıların arkasında. Akıbetleri ne olacaktı, korkuya kapılmışlardı. Ama en büyük baş görmüş ve geçirmişti, uluydu, her şeyi görürdü gözleri, karar ne olursa olsun, dürüst ve onurlu bir askerin yapacağını yapmalıydılar, karara uymalıydılar. En nihayetinde karar sadece birkaçı eksik olacak şekilde orta başlıların kendilerini infaz etmeleriyle sonuçlandı. Görülmemiş şeydi, meydanda kelleleri uçuştu, kanları yerleri yıkadı ama bir gecede unutuldu da. Yaşamları bağışlanan orta başlılar ise tefekkür içindeydi, başları önlerinde şükür ediyorlardı ulu başa, şimdi tam bir asker olacaklardı.
Ve oldular da. Çok zor bir görev aldılar sabahın sarıya çalan gri ışıkları düşmeden evvel. Yeryüzünü arşınlayacaktı asker adımları. Tek bir iğne deliği bile boş geçilmeyecek, aranan en küçük baş bulunacaktı. Ve böylece insanların yollara dizildiği bir törende sessizce uğurlandılar. Arkalarından kimse su dökmedi, onlar da arkalarına bakmadılar. Uzun bir yoldu ve orta başlı olmanın bazı eksi getirileri vardı. Perdenin altında daha belirgindiler ve korku her insan başının gözde meyvesiydi. Şap şap vurdular ayaklarını, askeri nizamlarını kilometrelerce yürüttüler, yorulmak nedir bilmediler, dağ taş demeden aştılar, gözleri her yeri taradı. Yine de perdenin veya ulu başın mı veya bilmedikleri başka bir şeyin mi planları bitmemişti. Fırtınalar geldi, peşleri sıra takip etti onları, taşlar dağlardan kayıp önlerine tuzak dikti, toprak altlarında sallandı ve artık tenleri daha çirkin daha hastaydı sarıya çalan grinin altında. Bir yerde yemekleri bitmişti, içecek suları kalmamıştı, görev bilinci onları ayık tutmuştu ve orta başlarının çaresine bakacak bencilliği diğer orta başlılar infaz edilirken infaz etmişlerdi. Ama planlar bitmemişti, asker adımları bozuldu. Şap şap değil lap lap vurdular ayaklarını önce ve sonra şap lap şapa şapa lap gibi bozukluklar türedi. Artık herkesin ayağı kendine şaptı. Yolun ta en başından, çiçekler daha yeşil sarı-griyken, yollardaki taşlar ufak çakıl taşlarıyken daha ta o zamandan beri korkuyla titreyen ve şap şaplarına odaklanmış bir orta başlı asker lap şapa lap adımlar atarken düşündü. En küçük başı arıyorlardı ama en küçük başın aranacağını ta en başından bilememiş olan ulu baş suçlu olmazken neden diğer orta başlılar infaz edilmişti. İşte bunu düşünmek cehennemi oldu ve yollarına çıkan ilk engelde örneğin küçük bir taşın tepeden düşmesi gibi zararsız bir eylemde kendini yere bırakıverdi. Diğer başlar çevresinde halka oluşturdu ve emir gereği düşünmeye fırsat vermeden yerde kıvranan bedenin üstünü bir pelerinle örttüler. Çemberi bozdular ve yollarına devam ettiler. Ancak bu ilk değildi intiharlar devam etti en sonunda tek orta başlı kalana dek. İşte bu da başka ve derin bir sorunun ortaya çıkışına neden oldu. Kalan orta baş diğerleri gibi süzme bir sebepten kendini yere atamazdı ve hatta çok hakiki, gerçek bir sebeple örneğin kocaman bir taşın altında ezilmek, fırtınaya kapılıp perdeye süzülmek gibi akıl almaz bir sebeple dahi kendini ve görevi bırakamazdı. Çünkü tüm başlıların benimsediği tek ortak şey olan, yani ölümün bir pelerinle son bulması işini üstlenecek bir başka baş yoktu çevresinde. İşte bu çok kötü bir sorundu. Orta baş kilometreler aştı tek başına, çoğu zaman direnemez hale geldi ve denedi de kendini bir tepede yere attı ve yanına iliştirmiş olduğu pelerini çok dikkat çekmeden yavaş hareketlerle üstüne çekmeye çalıştı, başardı da. Ama ölmemişti, dedikleri, anlatılan hikayelerdeki gibi olmadı, pelerinin altında bozuk nefeslerini dinlediği halde nihai son gelip onu bulmadı ve yerinden kalkmak yola devam etmek zorunda kaldı. Kendi kendine şunu düşünüyordu, töreni gerektiği gibi yapmadım ve kimi kandırıyorum ki, işte bu anlaşılıyor ve diğer asker arkadaşlarım gibi rahatça nihai sona varamıyorum, işte bu benim yazgım. Tüm bu çekilmez, çetrefilli yazgı içinde yürüdü de yürüdü. Ayaklarını artık bilmiyordu, adını bilmiyordu ve başının büyüklüğü hakkında bir fikir sahibi olamıyordu. Uyuşmuş, yürüyordu yalnız. Adımları tak şap, şapula pak, pal pal kabulat gibi şeylerdi artık. İnsanlığını, orta başlığını, askerliğini kaybetmişti. Bu yolun hangi kilometresindeydi, bunu bilmiyordu. Ama o hangi kilometreyse artık, o kilometreden sonra başka şeyler bulmuştu onu. Artık güzel bir ağaç gördüğünde gidip altında oturuyordu ve yerde tuhaf bir taş bulmuşsa inceleyip cebine atıyordu. Böylece geçti günleri belki yıllar mı olmuştu.
Bu sırada tüm bu asker yürüyüşleri, intiharlar ve fırtınalar sırasında diğer insanlar pek bir şeyden haberli değildi. Aslında haberli oldukları tek bir şey vardı o da en küçük başın hala bulunup getirilmemiş olmasıydı. Doğrusu en büyük baş dışında kimse bunun nedenini de bilmiyordu. Niye en küçük baş bu kadar elzemdi hiçbir fikri yoktu kimsenin, büyük başlı jüriler bile bilmiyordu. Ulu başın sözcüsü büyük baş bile. Ama ulu baş biliyordu, hele o bir gelsin, füzeye binecek ve perdeye göndereceğim onu. Ulu başın fikri şuydu, en küçük baş hiç dikkat çekmezdi veya en az dikkati çekerdi, eğer o iyice eğitilirse bu işin altından kalkabilir perdenin aralanmasını sağlayabilirdi. İşte o zaman görürdü insanlık, başların arasından ulu baş da görürdü. Hastalıklı görünen tenine bakıp duruyordu, bu perde her neyse onu aşmalıydı görmeliydi, çünkü ulu baş olmak bunu gerektiriyordu. Tek bir hata görüyordu kendisinde, infazı tertipleyen kendisi olmasına karşın biraz abartmış mıydı sanki. Askerlerden ses seda yoktu ve gönderdiği bir düzine orta başlı yetersiz mi kalmıştı yoksa. Eğer infazdaki asker sayısını azaltsaydı başarı ihtimali daha fazla olmaz mıydı? Ama rahatlatıyordu kendisini, kendisini suçlamak uzun süre başarılı olabileceği bir şey değildi. Nereden bilebilirdi ki bir düzine aptal orta başlının küçücük yani en küçük başlıyı bulamayacağını. Bu şüphesiz askerlerinin beceriksizliğiydi. Şimdi kendi çıkıp arasa göz açıp kapayıncaya kadar bulmuş olurdu en küçük başı. Ne yazık ki bu olacak iş değildi, o ulu baştı ulu baş, bir korkağın bir yeniyetmenin peşinden koşturacak değildi. Bunun için adamları vardı ve ne kadar aptal olsalar da bu onların göreviydi, kendisinin değil. Onun görevi oturmak ve gözlemekti, tabii en önemlisi düşünmek. O bu derin düşüncelerdeyken insanlar pek sabırlıydı. Heyecanları askerler törenle uğurlandıktan sonra daha gün bitmeden sönmüştü bile. Ne askerlerin yollarını gözlüyorlardı ne de perdenin aralanacağı günün hayalini kuruyorlardı. Bu perde de neydi ki onunla yaşamamışlar mıydı, birkaç füzeyle hava akımı yaratmak her kimin fikriyse, ki tabii ulu başın fikriydi, ve saygıları sopsonsuzdu ama onlar talep etmemişti bunu. Perdeyi görmeden de yaşıyorlardı, hastalıklı bir sarıya çalan griyse tenleri ne olurdu ki yani, bu onlar için anlamsız bir çabaydı. Ama ulu baş ne derse oydu, saygıları ve hürmetleri sopsonsuz. Perde bulutların, hiç kalkmayan sisin altına saklanmıştı, ve belli ki bir sebebi olmalıydı, açıkçası hiçbir insan bunu itiraf etmese de, çünkü en çok da ulu baştan korkuyorlardı, perdeyi açığa çıkarmak pek hayra alamet değildi. Ulu baş kadar olmasa da perdeden de korkuyorlardı.
En küçük başlı bugünlerde sığınağında kargaşadan uzaktı, aykırı sesler yalnızca başının içindeydi. Derin ve uzun uykular uyuyor, saatlerce göğü ve perdeyi izliyor, kalan boş zamanlarında yuvasının çevresinde turlar atarak yeni keşifler yapıyordu. Medeniyetten ve baştan uzaktı ama bir tür huzur yakalamıştı, bunu besliyordu.
Orta başlı ise yoldaydı, askeri nizamını kaybettiğinden ve görünürde bir hedeften yoksun amaçsız yürüyordu. Adımları yavaştı, cepleri taş doluydu, sıcak günlerde ceketini ve üniformasını çıkarıp başına gölge ediyordu, ayakları nasır bağlamıştı ama oturduğu zaman bunları açığa çıkardığında adını koyamadığı bir huzur hissediyordu. Bir gün uzakta doğaya ait olmayan bir şeyi gözü ısırdı. Ve yakın bir geçmişte onu yakalamış olan merak duygusu, tıpkı bir çocuğunki gibi pek doyurulmamış olan, açlıkla onu oraya yürüttü. Bu bir sığınaktı ve içinden sesler geliyordu. Şarkıya benzer bir melodi ama pek pürüzlü. Kapı olabilecek şeyin yanına gelip seslendi. İçerideki ses kesildi ve hayalet gibi bembeyaz kesilmiş suratı kapıda göründü. Orta başlı ve küçük başlı uzunca süre birbirlerine baktı ama daha sonra konuşmaya başladılar. Biri yoldan gelmiş, sersefildi, diğeri yuvasının bozulmasından korkan pimpirikli ev sahibi. Ama dilleri benzeşmiş gibiydi. Kapıda dikilerek geçen uzun konuşma bir şekilde ikisine de rahatlık verdi ve aralarında arkadaşlık kurdular. Küçük başlı onu sığınağa davet etti ve onun hikayesini dinledi.
Ulu baş gün geçtikçe sinirlendi, dizleri titredi, gün ortasında meydanda kustu ve insanların dilinde bir korku uyandırdı. Perdeye baktığı uzun gecelerinde artık uyku nedir bilmiyordu, sabaha karşı gözlerinin altı koyu mor halkalarına dönüşmüş oluyordu ve gözleri de kan çanağı. Artık umudunu kesmişti çok geçmeden bunu sesli dile getirdi. Büyük başlı jürileri topladı, yeni bir plan için kolları sıvayın, dedi. Büyük başlılar heyecanlanmıştı, kağıtlarına ve kalemlerine gömülüp büyük başlarını zorladılar. Ama bilmiyorlardı ki ulu başın demek istediği bu değildi. O yalnızca gelecek olan kararıma hazır olun ve tetikle olun demek istemişti. Hiç kimseden fikir talep ettiği yoktu. O koca ulu baştı, kendinden çıkmayan bir fikri ciddiye alması, eh pek olacak iş değildi. Günün birinde jüri yeniden toplandı, telaşla yazıp çizdikleri planları ulu başa en önce ben göstereceğim gayretine giriştiler. Ama ulu baş umursamazca omzunu silkti, yeni kararım diye açıklamaya başladı. Geri kalan insanlığa çok geçmeden karar duyuruldu ve insanlar bilinçten yoksun dinledi bu planı. Bir tür hipnotizma içinde gibiydiler. Geçen yıllar, günler ve saatler perdenin ilk gün yarattığı gerginliği önce korkuyla beslemiş, ağır ağır kanlarına işlemişti. Ama sonra her şey öyle tekdüze bir hale binmişti ki gökten ateş yağsa belki çok geç kalacaklardı canlarını kurtarmaya. Uğurladıkları orta başlı askerler bir heyecan yaratmıştı yaratmasına, bu doğruydu, yine de yeterli değildi, her şey zamanla alışılmış kaosun içine gömülmüş, duygularını köreltmiş, duyarlılıklarını sıfıra indirgemişti. Bir kaosa alışmak nasıl mümkün olmuştu? Her nasıl olduysa ulu baş denen kimse bir kimseydi neticede, perde göğün bir parçasıydı sanırım, askerler mi gitmişti, eh iyi yolculuklardı onlara. İnsanlar planı duydular ve hazırlanmak için evlerine çekildiler. Sabahın sarıya çalan gri ışıkları yeryüzüne indiğinde tüm başlar meydanda toplanmıştı. Yüzlerinde sarıya çalan gri bir maske vardı. Ellerinde sarıya çalan gri kürekler. Ulu başın önderliğinde yola koyuldular. Kuzeye mi gidiyorlardı, güney mi. Adımları ne şap ne laptı, aslında onlar için uyku sersemi sarhoş adımlar demek daha doğru olurdu. Yaşadıkları yerde tek bir başlı bile kalmamıştı. Küçük başlılar büyük başlılarla karışık bir düzende sağ sola öne ve arkaya dağılmış halde yürüdüler. Bu yolculukta başka bir gücün planları çıkmadı ortaya. Ne fırtına ne deprem ne heyelan. Tek doğal afet, şuursuzluktu belki. Yürüdüler ve yürüdüler.
Bu vakitlerde en küçük başlı orta başlı misafiri ile arkadaşlığını ilerletmişti. Artık onlara ev arkadaşı denebilirdi. Keşif gezilerine birlikte çıkıyorlardı, uçsuz bucaksız açık arazide göğü ve perdeyi birlikte izliyorlar, kendi çocukluk anılarını paylaşıyorlardı. Giderek büyüyen bir büyünün içinde gibiydiler. Hissetmedikleri ve hissetmeye başladıkları o ufak şeylerin büyüsü. Uzun uzadıya konuşmalardı bunlar. Konuşurlarken saatleri yiyorlar, hiç açlık ve susuzluk çekmeden, tarihten ve uzamdan bağımsız bir yerde düşlüyorlardı. Bu ortak bir düş sayılırdı. İçlerinde, en derin ve gizli yerlerinde ufak ama boyutuna karşın etkisi fazla bir fikir daha olmasaydı yaşadıkları şeye tam bir huzur hali denebilirdi. Ama vardı o şey, korkuydu. Bir an her şeyi yitirip öylece kalıvermenin korkusu.
İnsanlar yürüdü ve yürüdü. Yürürlerken başlı olmak pek çok anlamda yer değiştirdi. Kısa bir zaman sonra anlamını yitirdi. Önlerinde yürüyen ulu baş çökmüş ve kamburu çıkmıştı. İlk halinden çok daha yaşlı, çok daha bitik görünüyordu. Ve aslında hepsi öyle görünüyordu. Saçları birbirlerine karışmıştı, kimin piresi kiminkinden daha çok belirsizdi. Ve attıkları adımlardaki sesler benzeşmişti, tıpkı ayak tabanlarının aynı irili ufaklı nasırlara ev sahipliği yapması gibi. Büyük başlı olmak, küçük başlı olmak, ulu baş olmak. Bir baş olmak. Baş. İşte baş yürüyordu, yürüdü ve yürüdü.
Ve kaçınılmaz son gelip çattı. Baş o sığınağa denk düştü. En küçük başlı, orta başlı ile keşif gezisinden dönüyordu. Sığınağa yakın bir yerde ansızısın durakladılar, önce sesleri işitmişlerdi, sonra başı gördüler. Yani o büyük topluluklarını, yaşadıkları ve bir sebepten çıkmak zorunda kaldıkları insanlarını. İçlerinde, o derinlerindeki korku zonklamaya başlamıştı. Şimdi ta yüreklerinde atıyordu. Biri kaçmıştı, öteki vazifesine sırt çevirmişti. Soğuk terler süzüldü alınlarından.
İnsanları ayırt etmek kolay değildi, bir şekilde o uzun yolu aşmışlardı aşmasına ama özelliklerini yitirmişti yol. Şu en başta görünene kim ulu baş diyebilirdi, hemen arkasında dizilmiş olanlar kibirli büyük başlı jüriler miydi, en arkada görünen dev suratlar küçük başlı olanlar mıydı? Bunu bilmek imkansızdı, çok kolayca fikir tersine çevirebilirdi veya evirip çevirilebilir sade bir kafa karışıklığından öteye geçilemezdi.
İki arkadaş durmaya devam ettiler. Baş onları fark etmemişti. Sığınağa bakıyordu. Sığınağın etrafını kuşatmışlardı ve boş gözler altında onu izliyorlardı. Perde aynı anda solmuş, görünmez sislerin altında inzivaya çekilmişti. Sarıya çalan gri ışık gölgedeki insan suretlerinin sırtına değiyordu yarı var yarı yok. Az sonra bu da çekilecekti şüphesiz. Küçük başlı orta başlının elini tuttu, öteki tutuşu sıkılaştırdı. Neredeyse aynı anda arkalarına döndüler ve sakince yürümeye başladılar.