Bak işte, şimdi de ayna buldu kendine. Gıcık oluyorum; kaldırımlara, dükkânların hemen önüne böyle boy aynaları koyanlara. Ne gerek var yani? Ayna koyunca daha mı çok satış yapıyorsunuz? Gerçi bizimki ayna koymasalar da yine önüne geçip kendini seyredecek bir şeyler bulurdu kesin. “Sadık, hadi çocuğum yürü, geç kalmayalım.”


“Çocuğum” diye seslendiğime bakmayın; Sadık, benim abim. İki yaş büyük benden. Ve Sadık, otizmli. Şimdi belediyenin spor tesislerine gidiyoruz onunla. Haftada üç gün yüzüyor. Gidiyoruz diyorum ama bu bile ne kadar zor, bir bilseniz… Takılıyor aynalara. Kendine bakıp bakıp zıplıyor sonra. Aslında çoğu zaman dinler sözümü, hadi deyince yürüyüverir. Ama bazen de takılır kalır, inat eder. Az önce de takıldı yine bir aynaya. Bazen esnafla kavga edesim geliyor bunlar yüzünden. Sonra eve gelince saçma buluyorum bu düşüncemi. Hem adamlara, “Sizin yüzünüzden kardeşim zıplıyor” mu diyeceğim? Esnaflar tabii kendi işlerini yapıyorlar, bir yerde haklılar. Ama bugün bile Sadık bir aynaya takıldığında arkadan gelen gülüşmelere tahammül etmekte zorlanıyorum. Oysa bin defa yaşadım aynı şeyi. Alışamıyor demek ki insan kardeşine gülünmesine. Hele ki böyle bir durumda... Bazıları da laf atıyor arkadan. Bunun bile bir modası var. Eskiden sadece, "Deli deli!" diyorlardı. Şimdilerde, "Oh, kafalar mis!" diyorlar ve bazen de "İşte bunun gibi tertemiz delirmek istiyorum." Bu son söylediklerim, sanırım söyleyeni zeki gösteriyor. Oysa, güya istekli oldukları delirmeyi bir başarsalar, ana babaları ve kardeşlerinin neler yaşayacağını tahmin bile edemezler. Bir de yıllardır değişmeyen tepkiler var; yaşlılar mesela, abimi gördüklerinde "Yazık, Allah sabır versin." derler. Ne de olsa… Ne bileyim, sanki yine de bir samimiyet var gibi bu sözde. Ama özellikle genç anneler küçük çocuklarının ellerini tutup çekiştirirler ve hızla uzaklaşırlar korkudan. Bunu görünce nasıl da üzülürüm. Hepsinin yanına gidip: "Ablam, kardeşim, ne olur korkmayın, inanın zarar vermez. Melek gibi biridir o, kötülüğü bilmez ki. Tanısanız anlarsınız aslında. Adı Sadık, benim abim o..." İşte böyle söylemek isterim. Ama söyleyemem. Sadık ise hepsinden habersiz, salınır durur kendi dünyasında. O an gidip yüzüne baktığım olur. Öylesine anlamazca, çocukça bakar ki...


Hadi, hazır vaktimiz varken, size abimden bahsedeyim. Esmer, kıvır kıvır saçlı, kemikli, orta boy bir adam benim abim. Görseniz nasıl da yakışıklı. Kaç defa şahit oldum, yaşıtı kızların otobüste çaktırmadan onu kestiklerine. Evet yakışıklıdır ama hâlâ ters giyer ayakkabılarını bazen. O böyle yapınca ters ayakkabıları ile çocuk masumiyeti öyle bir yakışır ki birbirine. Bir keresinde de komşumuz Nuran ablanın evine girmişti sorgusuz sualsiz. Kapıyı açık bulmuş demek ki ve içeri girer girmez de kendine çay koymuş. Nuran abla içeride bizimkini görünce önce tanımamış, çok korkmuş. Sonradan da gülme krizine girmişti anlatırken... Sonra bazen, küçük taşlar atar arabalara. Sanırım böyle yaparak arabaların alarmlarının ötmesini istiyor. Neden bunu istiyor, hiç bilmiyorum. Otuz yıla yakındır birlikteyiz. Ama zihnini, hiçbir zaman tam olarak açmaz ki bana... Bazıları konuşur, hafif olanlar üniversite okuyup meslek sahibi bile olur. Ama bazıları... Mesela abim, konuşmaz. Kendine has bazı sesler çıkarır sadece. Yıllar içinde bu seslerin ne anlama geldiğini az buçuk anlamaya başladım ama konuşmadığı için hâlâ daha içinden neler geçer, bilmem. Bu, bir garip travma gibi. Düşünün, yıllardır sizinle aynı evi paylaşan biri var ve otuz yıldır tek kelime bile etmemiş. İçimde öyle bir ukdedir ki rüyamda onun konuştuğunu kaç defa gördüm, hatırlamıyorum. Hatta bir dönem, abimin dışarıdan gelip biz kapıyı açar açmaz, “Tamam, bu kadar numara yeter, hemen de inandınız değil mi?” diye konuşacağına ciddi ciddi inanmaya başlamıştım. Olmadı tabii ki böyle bir şey. Hâlâ daha bazen, yüzünü yüzüme çevirip uzun uzun bakınca, “Ne bakıyorsun ya Hu?” diyeceğinden şüphelenmiyor değilim. Öyle de anlamlı bakıyor ki…  


Babamın olmadığını söylemiş miydim? Sadık on, ben ise sekiz yaşındayken terk-i diyar eylemiş. Belki de kurtulmuş oldu böylece, inanın hiç bilmiyorum. Çocuk aklımda sadece, her akşam babamın, “Ölmek istiyorum, ölmek istiyorum.” diye inlediği kalmış. Karaciğerindeydi sanırım hastalığı. İki yıl kadar çekmiş annemin dediğine göre ve sonra da bizi yapayalnız bırakıp göçmüş işte. Esas derdi annem çekiyor elbette, bana suyu düşüyor. Suyunun suyu da yakınlarımıza, arkadaşlarımıza... Toplumun, halkın, elini taşın altına koyduğu hiç yok ki. Burada kastettiğim devlet falan değil, bizzat halk. Devlete kalsa toplar bütün otistikleri ve kapatır bir yere. Soranlara da “Yemeğini suyunu veriyoruz, yatacak yerleri de var, daha ne istiyorsunuz?” der. Ben ise hayatın içinde olmalarını isterim, tüm masumluklarıyla. Ve elbette çalışmalarını da... Bir arkadaşım şöyle demişti bir ara, “Otistik deyip sadece anlamsız tanımlar üretiyoruz. Sonra onlarla ilgilenmeyi, para karşılığı yapılan bir mesleğe dönüştürüyoruz. Tam da kapitalizmin mantığına uygun olarak. Köyde olsalardı hepsinin ortak adı deli olurdu. Evet, deli derlerdi ama toplumdan da dışlanmazlardı. Bak, ben yıllarca köylerde öğretmenlik yaptım. Bütün köyün delileri neşe kaynağıdır oraların. Kahvede bedava çay içerler, bedava saç tıraşı olurlar, kasabadalarsa yemeklerini birileri ısmarlar. Hatta bazı köylerde onlara evliya gözüyle bakılır, uğur getirdiği düşünülür.” Bu sözler nasıl da etkilemişti beni o zamanlar. Ama biz, köyde değildik ki. Dedim ya, her yük bizim omuzlarımızda.


Bazen düşünüyorum, mesela babam değil de annem ölseydi ve ben de kadın değil de erkek olsaydım ne olurdu acaba? Abimin otistik olduğu, üç yaşında anlaşılmış. Soruyorum bazen anneme, “Ne yaptı babam bu konuda?” diye; “Kızım, baban sadece rakı içip dolanırdı, başka da bir şey yapmazdı.” diyor. Zaten karaciğerlerinin iflasının sebebi de buymuş anlatılanlara göre. Şimdi mesela, babam sağ olsaydı ve annemin yerinde olsaydı kesinlikle perişandık, rezil bir durumdaydık; bundan o kadar eminim ki. “Sadık! Koluma gir çocuğum, hadi, karşıya geçeceğiz.” Ve ben… Kadın olduğuma bakmayın, cinsiyetimi unutalı çok zaman oldu. Beş yaşından itibaren abimle alay edenlerle o kadar çok kavga ettim, o kadar çok küfür ettim ki. Başım mı kırılmadı, gözüm mü morarmadı, dereye mi atmadılar beni… Ve tüm bunlar olurken yani ben güzelce dayağımı yerken uğruna kavga ettiğim abim sadece izledi bizi. O zamanlar nasıl da kızardım ve hatta hırsımdan ağlardım bazen. Şimdiyse, “İyi ki kavga etmenin ne demek olduğunu bilmiyor.” diyorum onun için. Bir lokmacık bacısı, üç erkekten dayak yerken, sadece anlamazca bakan, vurmak nedir, kavga nedir bilmeyen biri benim abim. İşte bu yüzden onu görünce kaçanlara kızıyorum ya… Ve herkesi tek tek çevirip işte bu hikâyeleri anlatamıyorsun da. Her şey içinde kalıyor ve yapabileceğin tek şey, şimdi olduğu gibi ağlamak oluyor. Kusura bakmayın, duygusallaştım yine. Ha, bir de bu anlattıklarıma feminist zırvalar demeyin ne olur. Otizmli bir yakınınızın olması zor ama otizmli yakını olan bir kadın olmak çok daha zor.


“İşte geldiiikk. Sadık, çıkar bakalım pantolonunu. Gömleğini, atletini de çıkar. Hah, hepsini bana ver bakalım. Aferin sana.” Kurbağa gibi yüzüyor Sadık. Bazen de köpekleme dedikleri stille yüzer. Onur Hoca var burada eğitmen olarak. Sağ olsun, oldukça da ilgili. İşte böyle, bir avuç insanız biz. Otistikler, onların aileleri ve gönüllü eğitmenler... Dahası yok, bu kadar. Ha bir de otistikleri -ve çoğu zaman bizleri, aileleri de- zavallı buldukları için kendilerince destek olmaya çalışan kimi gönüllüler var. Yargılamıyorum onları. Ama zavallı olduğumuzu düşündükleri için bir şeyler yapıyor olmaları o kadar zoruma gidiyor ki. Ne isterdim biliyor musunuz, Sadık’ın inşaatta falan çalışmasını. Harç karardı, çimento çekerdi, tuğla istiflerdi, gerçekten de bir işe yarardı. Hayattaki anlamını ve bağlamını kendi davranışları ile üretirdi, kimseye eyvallahı olmazdı ve kimse de ona acıyamazdı. Bir keresinde onunla Sevim teyzenin bahçesine gitmiştik, kiraz toplamaya. Kiraz dolu kovaları öyle bir taşıyordu ki ondaki acı kuvveti görünce nasıl da umutlanmıştım. Bir fabrikada ya da bir çiftlikte olsaydık mesela, bir de lojmanımız olsaydı. Abim, basit işler yapardı. Etrafında ona acıyanlar değil de iş arkadaşları olurdu. Yaşar giderdik be. Ne de güzel olurdu. Off!!! Hayal kurmak, insanın canını acıtır mı? Benimkini acıtıyor ama… 


Abim gibi ya da bedensel engeli olan, yatağa mahkûm çocukları olan anne babalar ne der biliyor musunuz, “Allah onun canını benimkinden önce alsın.” işte böyle söylerler. Düşünün ki bir anne ya da baba, çocuğunun kendisinden önce ölmesini istiyor. Neden biliyor musunuz? Kendileri önce ölürse çocuklarının sefil olacağını biliyorlar çünkü. Sakın ha, kardeşleri yok mu diye düşünmeyin. Bir kardeş olarak söyleyeyim, bu iş bizim boyumuzu öyle bir aşıyor ki mesela ben, bir gün annesiz kalırsam boğulacağımı biliyorum. Düşünün ki çocukluğu abisi için kavgalarla geçmiş, gençliğini yarım yamalak yaşamış, bir tek bir gecesini bile dışarda geçirmekten korkmuş biri olarak ben bile öylesine korkuyorum ki bu dünyada abimle bir başımıza kalmaktan. Ki abim, benim ile hayat, benim ile annem arasındaki ilişkinin tanımı gibi. Kimse sadece kardeşiyle bilinmez, kimse, “Her şeyden önce kardeşim!” diyerek yaşamaz, herkes kendisidir. Ama ben, biz öyle değiliz. Abimden dolayı mesela, hiç çocuk olamadım ben, hemen “abla” oldum, kendi göbeğimi kesmek zorunda bırakıldım. Benimle sevgili olmak isteyenler abimi tanıyınca, “Bir gün kahrını çekmek zorunda kalırız.” diyerek uzaklaştılar benden. Ve annem, en çok ihtiyaç duyduğum zamanlarda bile sevgisinin ve ilgisinin belki de sadece yüzde birini verdi bana. İşte böyle biri olarak ben, korkuyorum.


“Sadııık! Aaabii! Aaabii gel, buradayım. Gel gel.” Ona abi demek o kadar hoşuma gidiyor ki... Ve onun o çocuk yüzünü, sallanmalarını, çıkardığı garip sesleri o kadar çok seviyorum ki… Bazen düşünüyorum, acaba zorunda olduğum için mi seviyorum? Sevmek zorunda olmak da sevmenin bir biçimi midir? O kadar yokluyorum ki içimi. Hep aynı sonuca ulaşıyorum; seviyorum evet, hem de çok. Ama ne diyorum biliyor musunuz? Abim gibileri sevmeyi de sadece bize bıraktınız. Acıdınız, zavallı buldunuz, alay ettiniz ama hiç sevmediniz. Ne olurdu, hiç olmazsa bir kere sevmeyi deneseydiniz?


24 Haziran 2020