Göğün mavisine baktı yeşil gözler, iç çekerek. Ah demeden. Susmayı yalın ayak yürüdüğü yolunda cam kırıklarına basa basa öğrendi. Şimdi ne güzel olurdu yalın ayak çıkılacak mısralar, balkonlarında kahveler içilecek şiirler yazmak. Bacası tüten kiremit evler gibi iki göz oda bir şiiri olsaydı ya da sadece yükselmek için kanat çırpan bir kuşun resmi. O kuş gezinseydi yolları denize çıkan sokakları. Aynı göğün altında milyonlarca kalp. Hep aynı ritimle atan her biri başka sesle canlanan milyonlarca kalp. Masanın bir ucunda yeşil göz diğer ucunda kahve göz. İsimleri unutulmuş evden kaçan kedileri andırıyordu. Şimdi bir kedinin başını okşasa hepsine dokunmuş olur muydu, bir ağaç çizse gölgesine sığdırabilir miydi tüm yalnızları? Yalnızlık diye düşündü, onca kalabalığın sığdığı ağacın gölgesinde yine yaka paça dışarı atar mıydı beni?

Gözlerinden göğsüne uzanan acılı bir salıncak neşeli çocukları sallayamazdı artık. Takma bir isim ya da tebdili kıyafet görürdü işini binbir gece masallarında. Yeleleri koştukça yüzüne çarpan beyaz bir at götürebilirdi harikalar diyarına. Çölde bir prens gülüne dönmek için, İstanbul’da bir Fatih fetih için hazırlanırken çatısı kiremit, bacası tütmeyen evimde iğneden kılıçlarla parmaklarıma sığardı can çekişmem. Tek bir fırça darbesi ilk rauntta göğsüme inen bir yumruk kadar etkili olabilir miydi?