İlk Kar




Burada kaçıncı günümüz bilmiyorum. Art arda sayacak kadar beynim çalışmıyor buraya gelince. Sabahın en kör saatinde, güneş bile bulutların yumuşacık koynunda yatarken bizler kalkıyorduk. Sabahın en acımasız rüzgârı sert birer tokat gibi suratımıza iniyordu. Hava ne kadar sıcak olursa olsun günün bu saatlerinde en soğuğu yaşıyorduk. Sanki yazın yatıyor, kışın uyanıyorduk. Tavizsiz bir ses çadırın içini doldurduğu zaman yatağı çoktan terk etmiş oluyordum. Ağılda koyunların başında durup onları teker teker otlağa doğru sürüyordum. Yayla hayatımızın en sevmediğim anı bu sabahlardı, yani işe gittiğim o saatler… Ama bütün koyunları önüme katıp arkamdaki çadırların birer nokta gibi göründüğü yerlere gelince içimi tarifsiz bir huzur kaplıyordu. Sanki koyunlarımla birlikte özgürlüğün uçsuz bucaksız semasında başımıza buyruk yaşıyor gibi hissediyordum. Akşam olup da tekrardan eve dönünce ellerime, ayaklarıma kalın zincirler geçiriliyor gibi daralıyordum.


Sabah saat kaçtı bilmiyorum. Okulda öğretmenimin hediye ettiği saati kullanıyordum ama onun da iki üç haftadır pili yoktu. Babam ara sıra köye iniyordu. Her inmesinde pil almasını ısmarlamama rağmen dönüşte eli daima boş geliyordu. Hep bir bahane, hep bir yalan uydurup beni geçiştiriyordu. Yine babamın sesi çadırı delip yeni aydınlanmaya başlayan göğe doğru yükseliyordu ki kalktım. Annemin akşamdan hazırladığı azık çantamı sırtıma geçirip doğruca ağıla seğirttim. On beş tane koyunumuz vardı. Babam bunları borca girerek almıştı, o yüzden onlara bizden çok değer veriyordu. Koyunların birinin ayağına taş bile değse benden bunun hesabını muhakkak sorardı. Evet; yaylada, dağın başında koyunların ayağı taşa gelse bunun sorumlusu bendim! Bu yüzden koyunlardan nefret ediyordum. Evden uzaklaştıkça da onlara olan nefretim garip bir şekilde sevgiye dönüşüyordu. Onların arkasından giderken bol bol düşünme fırsatım oluyordu. İşte bu zamanlarda onları kendime benzetip hem onların adına hem de kendim için üzülüyor, birkaç damla asi gözyaşıma engel olamıyordum. Montumu çeneme kadar çektim, papağımı gözlerime kadar indirdim. Öyle bir soğuk vardı ki yaz ayında olduğumuzu bilmesem kışın ortasında koyun mu güdülür diye sinirimden oturup ağlayacağım. Ağılın kapısını açtım, koyunları sayarak hepsini çıkardım. En sonuncusunun peşine takılıp ben de sürüklenmeye başladım. On metre ilerlememiştim ki babam arkamdan bağırdı: “Dikkat et, hayvanların başına bir hal getirme!” O söylerken ben de içimden tekrar ettim. Çünkü her sabah aynı şeyleri, ben aynı yere gelince aynı tonda tekrarlar. Ama bir gün olsun, “Dikkat et, başına bir hal getirme!” diyemedi ya da demedi. Sanki hayvanları sağ salim getir de sen gelmesen de olur diyordu. Bu büyük bir baskıydı benim için. Sayı belki azdı ama sonuçta sadece ben yoktum yaylada hayvanlarını otlatan. Bir sürü çocuk, yetişkin; biri sürü it, çakal vardı. Babam bunları bile bile bana bu kadar büyük bir sorumluluk veriyordu ki altından kalkmak neredeyse mümkün değil. Hele bir de “başlarına bir hal getirme” demesi yok mu işte o zaman her şey; uçsuz yeşillikler, görkemli dağlar, sayısız çadırlar, evler başıma yıkılıyordu. Yani hayvanların başına ne gelirse gelsin bunu ben yapmış olacaktım. Ey büyük Allah’ım! Hiç arkama bile bakmadım, duymamış gibi yapıp yoluma devam ettim. Bir an önce uzaklaşıp özgürlüğe kavuşmak istiyordum. Yüz-yüz elli metre sonra sınıftan arkadaşım hatta arkadaştan öte dostum dediğim Selim ile karşılaştım. Aslında bu bir karşılaşma olmaktan çoktan çıkmıştı bile. Onunla yaylanın ilk günlerinden beri her sabah burada buluşur, hayvanlarımızı yan yana ama birbirine karıştırmadan özgürlüğe doğru sürerdik. Onların da yirmi tane hayvanı vardı. İkimiz birlikte bu sürünün sahipleri gibi kasıla kasıla konuşur, giderdik. Gülerek geliyordu Selim, onu öyle görünce benim de içimi bir anda gülücük balonları kapladı:

“Selamın aleyküm Selim, ne kadar güzel gülüyorsun.”

“Aleyküm selam Servet. Evet, biliyorum herkes öyle diyor.”

“Bugün nereye götüreceğiz hayvanları?”

“Dünkü yer iyiydi işte. Oraya gidelim bence. Hem ağaç var orada, gölgesi güzel.”

“Tamam olur.”


İşte böyle kısa, basit, tamamen saf duygularla dolu sohbetlerimiz… Gülerek konuştuk, konuşarak güldük. Tam bir saat sonra aynı yerimize geldik. Hayvanları yeşilliğin bol olduğu yere bıraktık. Biz de az yukarıdaki ağacın dibine oturduk. Çantalarımızı indirip ayaklarımızı uzattık. Arkamıza yaslanınca güneşin sıcak yüzü henüz yükseliyordu. Ben dayanamadım:

“Selim! Biliyor musun benim çok uykum geldi. Ama uyuyamıyorum!”

“Neden?”

“Çünkü korkuyorum, koyunların başına bir şey gelirse diye.”

“Korkma ben varım yanında. Ama benim de çok uykum geldi Servet!”

“İkimiz de aynı anda uyursak olur mu?”

“Bilmem olur herhalde, neden olmasın ki?”

“Bilmem ama bence olmaz Selim. Çünkü koyunlar dağdan aşağı kendini atabilir.”

“Haha! Amma da yaptın be, koyun niye atsın kendini dağdan aşağı?”

“Bilmem. Şuradaki büyük otlar var ya hah işte onların arkasına saklanır o zaman!”

“Saklansın daha iyi ya Servet. Biz de saklambaç oynarız.”

“Oynarız Selim ama koyunları bulamazsak babam bana çok kızar, seninki kızmaz mı?”

“Kızar!”

“O zaman ikimiz de aynı anda uyumayalım Selim, olur mu?”

“Tamam olur!”


Arkama iyice yaslandım. Vücudum yavaşça aşağı kayıyordu. Koyunlar zaman zaman bulanıklaşıyor, onları güç bela netleştiriyordum. Gözlerimi açmak benim için büyük bir sorun haline geliyordu gitgide. Bu arada güneş artık iyice meydana çıkmıştı. Bütün sıcaklığını bizim yaylamızın üzerine gönderiyordu ama onu da bulanık görüyordum artık.


Ensemden sırtıma doğru ince bir çizgide akıp giden serinliği hissedince olduğum yerden sıçradım. Gözlerimi açtığımda etrafıma toplanmış çocukları kahkahalara boğulurken gördüm. Tam tepemde Selim, elinde şişeyle bana bakıyordu. Ellerimin tersiyle gözlerimi ovuştururken onlar hâlâ gülmeye devam ediyordu, ben ise ayılmaya çalışıyordum. Hepsi de sınıf arkadaşımdı. Selim gülmekten kırılıyordu. Serkan, karnını tutarak gülüyordu. Ozan ise biraz daha uzaktaydı ama o da katıla katıla gülüyordu. Hepsini sırayla izledikten sonra ben de gülmeye başladım. Beş-on dakika boyunca böyle bağıra bağıra güldük. Kahkahalarımıza son noktayı koyan Ozan oldu:

“Servet, baban görmesin böyle uyuduğunu!” dedi.


Diğerleri de bu sözün üzerine tekrardan gülmeye başladılar. Ben bir şey diyemeden doğruldum. Onların arasından hayvanlarımı görmeye çalışıyordum. Ozan ile Serkan’ın arasından, parmak uçlarımda yükselerek görmeyi başarabilmiştim. Hayvanların hepsini bir arada bıraktığım gibi görünce içimi sanki akşama kadar uyumanın verdiği rahatlık gibi bir şey kaplamıştı. Gerçi akşama kadar uyumanın nasıl bir rahatlık verdiğini bilmiyordum. Bir keresinde saat ona kadar yatmıştım. Çok güzeldi, o yüzden akşama kadar yatmak daha da güzeldir diye düşünüyordum. Onlar gülmeye devam ederken azık çantamı tekrardan sırtıma astım, hayvanların olduğu yere doğru yürümeye başladım. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama güneş iyice yükselmişti. Koyunların hepsinin orada olduğundan emin olduktan sonra tekrardan ağacın gölgesine döndüm. Selim’e bakarak:

“Çok uyumamışımdır değil mi Selim?” dedim.

“Galiba çok uyudun. Ben de biraz uyudum çünkü. Sonra arkadaşlarım geldi sana şaka yaptık.”


Yine hep bir ağızdan kahkaha atmaya başladılar. Serkan, kolundaki saatin düğmesine bastı, kırmızı ışık yanan ekranına bakarak ikimize de cevap verdi:

“Saat şu an tam on iki sıfır sıfır! Kaçta yattınız bilmiyorum.”

“O zaman yemek saatimiz gelmiş, ben de diyorum karnımdan niye sesler geliyor?” diye, atıldı Ozan.


Hemen hepimiz “evet” diye bağırıp çantamızdakileri ortaya döktük. Aşağı yukarı hepimizde olan şeyler aynıydı. Birkaç domates, şekilsiz kesilmiş peynir kalıpları, ocaktan son anda kurtarılmış gibi yer yer kararmış ekmekler… O kadar lezzet alarak yiyorduk ki sanki güttüğümüz koyunlardan en gencini kebap yapmıştık. Domatesin o kadar yumuşaklığı koyun etinin tazeliğinden geliyordu sanki… Bir yandan yemeğimizi yiyorduk, bir yandan da gözümüz koyunlardaydı elbet. Çocukluk işte, yemek yerken bile ağzın durmuyor ki. Serkan bilmişliğini bize taslamak ister gibi konuşmaya başladı:

“Sabahları niye bu kadar soğuk olduğunu ben biliyorum.”


Domatesin buz gibi suyu çenemden göğsüme doğru akarken büyük bir merakla gözlerimi diktim:

“Nedenmiş?”


 Serkan, bu cevabı bekliyormuş gibi hafif doğruldu, omuzlarını kaldırdı kendinden gayet emin bir tavırla cevap verdi:

“Kış geliyor çünkü. Artık yakında kar yağacak.”

“Evet!” diye atıldı Ozan, büyük bir heyecanla. “Ben de biliyordum ki bunu. Hem de dün babam söyledi. Artık yavaş yavaş köyümüze dönecekmişiz.”


Cümlesini tamamlar tamamlamaz gözlerimin içinin parladığını hissettim. Selim ile göz göze gelip “Oleey!” diye bağırdık. Serkan hızlı hızlı konuşmaya başladı, ağzındaki lokmalar sağa sola savruluyordu:

“Eğer köye yakında gidersek okullar da açılıyor demek ki!”


Bu sefer hepimizin gözlerinin içi parlıyordu. Güneşin aydınlığı gibi, sıcaklığı gibi apaçıktı. Hep bir ağızdan “Oleeeey!” diye bağırmaya başladık bu sefer. Ağzımızdaki lokmalar düzensizce sağa sola savruluyordu ama hiçbirimiz buna aldırmıyorduk. Yemeğimizi yedikten sonra Ozan ile Serkan hayvanlarını alıp yaylanın diğer ucuna doğru yürümeye başladılar. Oturduğumuz yerden onların gözden kayboluşunu izliyorduk. İçimden bir sürü şey geçiriyordum onlar kaybolurken. “Demek ki” diyordum, “Evden uzaklaştıkça ben de böyle küçücük görünüyorum.” “Şimdi, tam da şimdi onlar nokta gibi kaldılar ya işte onlar şu an özgürlüğün yanında! Şimdi hepsi özgür!”


***


Güneş gözden kayboluyordu. Giderken yanında özgürlüğümü de götürüyordu. Bana bıraktıkları ise kalın ve ağır zincirlerdi. Babam tam da ağılın kapısında bekliyordu. Ağıl dediğim de öyle tam korunaklı ahım şahım bir şey değil. Etrafı çitlerle çevrili, kapısı tel ile bağlı eğreti bir yerdi. Çünkü buralarda genelde böyle yapılır. İmkanı ve hayvanı çok olan daha güzel yerler yapar tabii, o ayrı. Elimde çomağım, sırtımda çantamla sallana yıkıla geliyordum. Aynı mesafeye yaklaşınca yine babamın gür sesi yankılandı: “Acele etsene ulan oğlum!” Hayvanlara değişik seslerle komutlar vererek hızlandırmaya çalıştım. Ağıla en son hayvan da sorunsuz bir şekilde girince içimi yine akşama kadar uyumanın vermiş olduğu o rahatlık kapladı. Babamı orada bırakıp doğruca annemin yanına koştum. Annem beni görünce elindeki işini bırakıp boynuma sarıldı. Beni öpmeye, koklamaya başladı. Konuşmama bir türlü fırsat vermiyordu. Sıkıca sarılmıştı bana, ben ise omuzlarından onu ittirip “Yav anne bir dur hele, bir şey soracağım.” diyordum ama nafile. Sesim ağlamaklı bir tona bürününce annemin sevgi selinden kendimi kurtarmayı başarmıştım. Annem:

“Ha söyle bakayım kuzum.” dedi.

“Anne!” dedim, büyük bir heyecanla. Sesimin çok yüksek çıktığını bilmiyordum. “Anne, kar mı yağacak artık? Evimize mi gideceğiz?”


Annem güler yüzünü hiç bozmadan cevap verdi:

“Yağar elbet kuzum, gideriz tabii!”

“Ne zaman anne, bugün yağar mı?”

“Bugün yağmasa da yarın yağar belki yavrum.”

“Anne, o zaman hemen yatayım ben, hemen sabah olsun. Belki her yer bembeyaz olur, biz de artık köyümüze gideriz. Hem köye gidersek okula da giderim. Köye gitmeden nasıl gideyim okula anne? Yayla çok uzak hem burada öğretmen yok; defter, kalem, kitap yok. Anne ne olur hemen kar yağsın. Hem ben artık koyun gütmek istemiyorum, çok sıkıldım!”


Konuşmalarımın ya da isteklerimin ardı arkası gelmeyecek diye korkan annem, tekrardan sıkıca sarıldı bana. Bir şey demedi ama sarılırken sanki şunları mırıldanıyordu: “Sen hiç meraklanma kuzum gideceğiz, gideceğiz! Sen de okuluna gideceksin. Okuyup büyük büyük adam olacaksın!” Kulağa ne kadar da hoş geliyordu, ne güzel sözlerdi onlar öyle. Özgürlükten bile güzel…




Devam edecek...