İlk Kar - 2. Bölüm


Ertesi sabah yine aynı vakitte uyandığımda doğruca dışarı koştum. Hava bugün kapalıydı, her yeri gri bir sis örtüsü kaplamıştı ama ortalıkta en ufak bile kar tanesi yoktu. Bu manzarayla karşılaşınca büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Başım önüme düştü, dudaklarım titremeye başladı. İsteksizce ağıla doğru yürüyordum ki çadırın içinden gelen sesleri duydum. Annem, “Bugün bari gitmesin çocuk hava çok soğuk baksana.” dedi. Cevap vermesini beklemeden birkaç şey daha söyledi ama onları duyamadım. Ses çıkarmadan olduğum yerde durdum onları dinliyordum. Babam hemen cevabını verdi: “Zaten birkaç güne kar düşer. Havaya baksana ha düştü ha düşecek. Pek bir vaktimiz kalmadı, otlar iyiyken birkaç gün daha gitsin işte ses etme sen hele bakalım!” Bu cümleleri duyacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Beş dakika önceki halimden şimdi eser yoktu. Şimdi ağıla doğru koşuyordum. Bir an önce koyunları alıp gitmek istiyordum, gidip Selim’e müjdeli haberi vermeliydim. Hem annem hem de babam söylemişti. Yarın kar muhakkak yağacaktı. Onlar kaç keredir geliyorlar yaylaya ben nereden bileyim. Kesin bilirler ne zaman kar yağacağını. İşte ben de yarın o ilk kar tanesini karşılamayı çok istiyorum. Kendi kendime bunları kurarken Selim’in sesiyle buluşma yerinde olduğumuzun farkına vardım.

“Selamünaleyküm Servet!”

“Aleykümselam Selim! Nasılsın?”

“İyi, sen? Bugün çok soğuk değil mi?”

“Evet çok soğuk, iki tane kazak giy dedi annem.”

“Birazdan kar yağabilir o zaman. Çünkü çok soğuk.”

“Çok soğuk ama bugün kar yağmayacak Selim!”

“Evet, ben de biliyorum yağmayacağını demene gerek yoktu Servet. Sana da şakasına dedim birazdan yağabilir diye.”

           

Ondan böyle bir cevap beklemiyordum. Bu cevap karşısında ne diyeceğimi bilemedim o yüzden susmayı tercih ettim. Ona kızdığımı belli etmemek için gülümsedim. Hemen sonra koyunlara dönüp anlamsız sesler çıkararak bağırdım. Bütün sinirimi onlardan çıkarmak istiyordum sanki. Bir an için ben de ne yaptığımı anlayamadım. Otlağımıza varana kadar ağzımı açmadım, o da tek bir kelime etmedi. Yol boyu dudaklarını kıpırdatarak yürüdü. Dikkatlice baktım, bilmediğim bir şarkıyı mırıldanıyor olmalı diye düşündüm. Sonra ona bakmaktan vazgeçip bugün karın yağamayacağını nereden bildiğini düşünmeye başladım. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Hayvanların hemen yanına kıvrıldık bu sefer. Çünkü sis vardı ve ağacın yanından hayvanları göremezdik. En son aklıma onun da annesinden ya da babasından duymuş olabileceği geldi. Elimdeki çomağı su damlası kararlığında aynı yere vurup duruyordum. Toprakta çomağın ucu girecek kadar hafif bir delik açıldı. Çomağı oraya sapladım ve sert bir şekilde Selim’e doğru döndüm:

“Selim!” Bir anda bağırınca irkildi. Korkarak bana baktı, hiç aldırmadan devam ettim. “Sen nereden biliyorsun bugün kar yağmayacağını?”

           

Anlamsız ifadelerle yüzüme baktı. Soğuktan kızarmaya başlamış burnunu avucunun içine aldı. Diğer elindeki çomağı da yere bıraktı. Şimdi burnunu iki eliyle tutuyordu. Biraz da ağzı kapandığı için sesi boğuk boğuk geliyordu:

“Ablamın öğretmeni babamı aradı.” dedi, tereddütsüz bir çırpıda. Hemen atladım:

“Eee, ne alakası var be?” dedim, onu köşeye sıkıştırdığımı düşünüyordum. Demek ki annesi ya da babası dememişti. İşte bu güzel bir haberdi. Burnunu iyice sıkıştırarak devam etti. Sesi gittikçe boğuluyordu:

“Öğretmen babama dedi.” ‘Artık kar yağacak buralar da soğuyor.’ dedi. ‘Ne zaman geleceksiniz yayladan.’ dedi. ‘Okul açılacak ha haberiniz olsun.’ dedi.

           

Galibiyete yaklaştığımdan çok emindim. Bunu sesime de yansıtarak hemen konuşmaya başladım:

“Eee, bu kadar mı yani? Bunda bir şey yok ki oğlum. Bilmiyorsun sen karın ne zaman yağacağını asıl ben biliyorum gördün mü?”

“Yo, ben de biliyorum bir kere.” Öğretmen dedi ki, ‘Yarın kar yağacak! Hem de öğleden sonra, artık siz de gelirsiniz çünkü bu sene çok önemli Aynur için.’ dedi.

           

Tam kazandım derken ikinci kez hevesim kursağımda kalıyordu. Selim ellerini yüzünden çekmişti. Bir eline çomağı aldı, yüzünde de gayet sakin bir görüntü vardı. Ben yine bozuntuya vermemeye çalışıyordum ama ne derece başarılıydım bilmiyorum. Son kez şansımı denemek istedim:

“Nereden biliyormuş o kadar da?”

           

Sanki karşımda yetişkin biri konuşuyordu, öyle tok bir ses yankılandı, önce kulaklarımda sonra da bütün yaylada:

“Öğretmenler her şeyi bilirler!”

           

Ne diyeceğimi bilemedim. Onun peşine birkaç şey daha söyledi ama onlara da kulak asmadım. Sadece son duyduğum şeyi anlamlandırmaya çalışıyordum. Evet, haklıydı öğretmenler her şeyi bilirlerdi. Biz okuldayken de bir sürü şey yapıyorlardı. Kimi zaman ağzımız açık izliyorduk. Ben o günlere dalıp gitmiştim. Selim ise benden az daha uzağa oturmuş elindeki çomakla konuşuyor gibi yapıyordu. Ne yaptığına pek anlam veremedim. Bir şey de söylemek istemedim. Düşündüğüm şey bir an önce buradan gitmekti. Hatta tamamen yayladan gitmek istiyordum. Yarın öğleden sonra düşecek o ilk kar tanesine o kadar özlem duyuyordum ki anlatamam. Aslında bu durumu biliyorum. Aynı, saatlerce rahat bir yatakta hatta sıcak bir odada uyumaya duyduğum özlem gibiydi. Evet, tam da böyleydi işte. Kim bilir karın yağması gibi bir gün bu hayalim de gerçekleşir. Çünkü Allah büyüktür. Ben böyle iç geçirirken baktığım yere dikkat etmemiştim. Meğersem Selim’e bakıyormuşum dakikalardır. O da bana bön bön bakıyor hatta sesleniyormuş bile ama ben hiç tepki vermiyordum tabi çünkü duymuyordum. Nihayetinde yerden aldığı nispeten büyük bir taşı yanıma atınca bir anda irkildim. Sonra kahkahalara boğulan Selim güç bela konuşabildi:

“Sana diyorum be akıllım. Hadi bugün erken gidelim baksana hava çok soğuk.”

“Evet, soğuk ama babam kızarsa ne yapacağım o zaman?”

“Kızmaz be Servet ne kadar korkaksın. Hem benim babam “Çok geç kalma.” dedi. Galiba gitmek için hazırlık yapacağız.”

“Biz de hazırlık yapacağız tabi.”

           

Sözümü tamamlamadan fırlamıştım ayağa. Hemen koyunlarımı yine anlamsız ifadelerle bir araya topladım ve önüme kattım. Ben bile çıkardığım seslerden bir şey anlamıyordum. Hatta sürekli farklı şeyler söylüyordum ama buna rağmen hayvanların hepsi sanki ne demek istediğimi anlıyordu. Kendimi kaptırmış öylece giderken Selim’in sesini duydum. Kendini yırtarcasına bağırıyordu:

“Lan oğlum beklesene beniiii! Nereye gidiyorsun böyle?”

“Hazırlık yapacağıııız!” gittikçe uzaklaşan sesimle bağırabildiğim kadar bağırmıştım.

           

Çadırın önüne geldiğimde babam ile annem bir şeylerle uğraşıyordu. Beni görünce annem, babama bir şeyler söyledi. Eliyle koluna sarıldı ama ben bir şey duyamadım. Hayvanları ağılın az aşağısına bıraktım, onların yanına doğru boynum bükük yürümeye başladım. Babamın konuşmasını beklerken annem söze girdi. Aslında onlardan önce ben konuşmak istiyordum ama olmadı:

“Ne oldu a yavrum? Bir yerine bir şey mi oldu niye öyle duruyorsun?”

           

İkisi de bana bakıyordu. Nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyordum. Selim’in söylediklerini mi söylemeliydim yoksa kendim mi bir şeyler söylemeliydim? Bir türlü karar veremedim. Benim öylece sessiz sedasız durduğumu görünce babam yanıma geldi. Kolumu tuttu, bir iki kere ileri-geri salladı. Sonra yine o tavizsiz ve korku dolu sesiyle bağırmakla konuşmak arasında bir yerlerden bir şeyler söyledi:

“Ulan konuşsana oğlum, dilini mi yutturdular?”

           

Bu sefer konuşmanın vakti gelmişti. Ne söyleyeceğime karar veremesem de dilimin ucuna gelen ilk şeyi kusacaktım. Öyle de oldu:

“Hava çok soğuktu baba, üşüdüm.”

           

Ne söylediğimi ilk anda ben de bilmiyordum. Kafam hala önümdeydi. Ona bakmalı mıydım yoksa öylece beklemeye devam mı etmeliydim karar verememiştim. Çok geçmeden kolumun boşa çıktığını hissettim. Daha sonra da babamın arkasını dönüp yürüdüğünü gördüm, gözümün ucuyla izliyordum. Yine annemle bir şeyler konuştuktan sonra yanımdan geçip koyunların olduğu yere doğru gitti. Ben de artık kafamı kaldırmam gerektiğini hissetmiştim. Babam biraz uzaklaşınca annem hemen yanıma gelip kolumdan tuttu. Ama biraz önceki gibi değildi bu. Daha yumuşak ve daha içtendi. Daha sıcacıktı. O anda kendimi tamamen anneme bıraktım. Gülerek gözlerinin içine baktım ve yavaş yavaş hafiflediğimi hissettim. En son hissettiğim şey oldu.

           

Gözlerimi açtığımda çadırın tavanının siyaha döndüğünü gördüm. Her zaman yattığım yerde yatıyordum. Başımı hafif sağıma çevirdim annem oradaydı, çadırın girişinde. Gözlerimi tam açamıyordum ama muhtemelen akşam için yemek hazırlıyordur diye düşündüm. Yattığım yerden hafiften inlemeye başladım. Annem sesimi duyar duymaz geldi yanıma:

“Kuzum, uyandın mı sen bakayım?” O da sesini benim gibi yapıyordu, inleyerek konuşuyordu. Sanki benim çektiğim acının fazlasını çekiyor gibiydi. Devam etti, “Ne oldu sana böyle a yavrum ha ne oldu?”

“Anne!” diyebildim, sesimin çıktığından emin değildim. Dudaklarım da oynamıyordu belki de. “Kar yağdı mı?”

           

Bu sorum karşısında annemin yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldı. Gülmeye başladı. Ben de ona karşılık veriyordum. Yüz hatlarım pek oynamasa da güldüğümü hissediyordum.

“Yok oğlum daha yağmadı.”

“Biliyorum anne. Çünkü yarın yağacak, bugün nasıl yağsın ki?”

“Evet, güzel oğlum aferin sana. Yarın yağacak tabi bugün neden yağsın ki?”

           

Annemle konuşmamız devam ederken babamın sesi duyuldu. Yattığım yerden doğrulmak istedim ama pek beceremedim. Annem, “yatsana” der gibi baktı. Ben de hiç bozuntuya vermedim. Sonra babam geldi yanıma, dizlerinin üzerine çöktü. Hiçbir şey söylemiyordu. Belki de yıllardır onu ilk defa böyle görüyordum. Görebildiğim kadarıyla da gözleri nemliydi ve gittikçe kızarıyordu. Elini sanki narin bir kuşu incitmekten korkar gibi başıma götürdü. Düzensiz hareketlerle saçımı okşamaya başladı. Bu hareketi ilk defa yaptığı o kadar belliydi ki… Bir yandan da gözlerimin içine bakıyordu. Sanki, “Bu işin acemisiyim işte bu kadar oluyor idare et evlat.” diyordu, eminim. İkimizde hareketsizce bu anın bitmemesi için dua ediyorduk ya da öyle olmasını sadece ben istiyordum bilmiyorum. Bir süre sonra babam elini saçlarımdan çekti, ceketinin iç cebine attı. Acaba oradan ne çıkacak diye beklerken avucunun içine nohut gibi bir şey aldı ve bana doğru uzattı. Ne olduğunu anlayamadım. Babam da anlamsız bir şekilde ona baktığımı görünce ağzından sözcükler dökülüverdi:

“Evlat, saatin nerede?”

           

Allah’ım inanamıyorum. Bu pildi. Evet, haftalardır isteyip de bir türlü aldıramadığım pildi bu. Çok sevinmiştim. Battaniyenin altından bir kılıç gibi sertçe çektim kolumu, babama doğru uzattım. Babam yine aynı ürkeklikle saatimi çıkardı, pilini değiştirdi. Telefonun saatine bakarak onu da ayarladı. Koluma taktı. Ben, akreple yelkovanın mücadelesine kilitlendim kaldım. O sırada babam da zaten kalkmıştı yanımdan. Bu kadar da yeterdi, uzun zaman sonra bu kadar sıcak davranması bana yetmişti. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu, aklım da gözüm de akreple yelkovandaydı. Hızlıca kovalasınlar istiyordum birbirlerini. Çünkü yarın öğleden sonra kar yağacaktı!

           

O gece yattığım yerden hiç kalkmadım ama gözüme de bir damla uyku girmiyordu. Çünkü bir an önce sabahın aydınlığının çadırımızın içine dolmasını istiyordum. Sabah koyunları otlatmaya götürmeyecektim. İşte elime ilk defa istediğim saate kadar uyuma fırsatı geçmişti ama bu sefer de benim zerre uykum yoktu. Uykum olur, zamanım olmazdı. Şimdi de tam tersi bu nasıl bir iştir böyle anlamadım. Yataklar çoktan çadırın ortasındaki yerini almıştı bile. Babamın ince ince horlaması dışarıdan gelen börtü böcek sesiyle karışıyor ve ilginç bir senfoni oluşturuyordu. Ben de madem uyuyamıyorum bu müziğe kulak vereyim diye düşündüm. Ellerimi battaniyenin altında tam da göğsümün üzerinde birleştirmiş, gözlerimi de tamamen açmıştım. Bir böcekler ötüyor bir babam horluyordu. Bunlar galiba kendi dilinde konuşuyor diye düşündüm. Güldüm. Biraz abarttığımı düşündüm ki o sıra babamın horlaması kesildi. Ben hemen gözlerimi kapattım. Yakalanmaktan korkuyordum. Ama korkum boşaymış çünkü babam on saniye geçmeden tekrar horlamaya başladı. Tabi böcekler de bu sesi duyunca eşlik etmeye devam ettiler. Bir hayli zaman böyle hareketsizce yattım. Saatimi en son kontrol ettiğimde üçe doğru hızlıca tırmanıyordu.

           

Sabah uyandığımda ilk işim çadırın tavanına bakmak oldu. Diğer günlerden pek bir fark göremeyince bu sefer saatime baktım. Akrep ile yelkovan on ikide durmuş sanki beni bekliyordu. Demek öğlene kadar uyumuştum. Saati görünce aklıma hemen o soru geldi, “Nasıl bir duyguydu bu saate kadar yatmak?” Cevabın gecikmedi tabi, “Bilmem ki hiçbir şey hatırlamıyorum!..” Annem uyandığımı görünce kahvaltı için çağırdı. Gerilmiş bir yay gibi fırladım yerimden. Doğruca annemin yanına düşüverdim sanki. Bir ayağımı kıvırdım altıma aldım, diğerini dizimden kırıp elime destek yaptım. Ağzıma bir lokma peynir attım hemen annemin yakasına yapıştım:

“E hani kar yağmamış yine.” Sesim ağlamaklı bir tona bürünüyordu. Devam ettim: “Ne zaman yağacak ya?”

           

Annem gülüyordu, küçük bir kahkaha patlattı. Devam etti:

“Acelen ne yahu, öğleden sonra yağacakmış ya daha var.” dedi, benim tatmin olmadığımın farkındaydı.

           

Biz annemle böylece güle ağlaya konuşurken dışarıdaki sesler yoğunlaşmaya başlamıştı. Birkaç çocuk sesine yetişkinlerin de sesi karışıyordu. Annemle göz göze geldik. Annem, “Galiba birileri yine yaramazlık yaptı, sen de var mısın yoksa onların arasında?” diye sordu. Biraz önceki gülümseyen kadından eser kalmamıştı. Ben tabi reddettim böyle bir şeyi. Sanki suçluymuşum da her şeyi bilerek inkar ediyormuşum gibi neredeyse yalvaracaktım. Annem kalktı. Çadırın parçasını kaldırıp dışarı baktı. Birkaç dakika öylece bekledi. Ben de olduğum yerde annemin dönmesini bekliyordum. Cezasını bekleyen bir suçlu gibi hissetmeye başlamıştım. Annem döndü, yüzünde tekrardan gülücükler asılıydı. Yanıma gelmeden seslendi:

“Gel bak burada ne var?”

           

Ben hiç cevap vermedim. Hala korkuyordum nedense. Gülmesine rağmen kendimi işlemediğim suçların cezasına hazırlıyordum. “Ben bir şey yapmadım” diyecek oldum ki kolunun altından geçip dışarıdaki manzarayla karşılaştım. Ve günlerdir beklediğim o ilk kar taneleri yaylamızın uçsuz bucaksız yeşilliğine birer pamuk gibi düşüyordu. 



Devamı gelecek...