Okul


Evin aşağısında, yolun kenarında bizi bekleyen arabaya doğru yürümeye başladık. Evet, öğretmenlerimiz arabayla gelmişti ama bu minibüse pek benzemiyordu. Muhtemelen öğretmenlerden birinin arabasıydı. Ben -adını sonradan öğrendiğim- Volkan öğretmenimle beraber arkaya oturdum. Diğerleri de ön tarafa oturdu. Volkan öğretmenim, diğer öğretmenlerimi bana tanıtırken araba birden çalışmaya başladı. Tam o sırada içime bir heyecan bulutu doldu sanki. Kalbim hızlıca çarpıyor, hafiften elim ayağım titriyordu. Cama doğru yaklaştım, yavaş yavaş küçülen anneme, babama bakıyordum. Annemin yüzü daima gülüyordu, Sürekli elini sallıyordu, sanki kolu omzundan kopacak gibiydi ama ona aldırmıyordu. Babam ise biraz önceki ruh halinden sıyrılmıştı. Şimdi bana bambaşka bakıyordu. Hiç böyle baktığını hatırlamıyordum. Bu bakışında, gözlerinin içinde ya da nefes alışında alışık olduğum şeylerin dışında bir şey vardı. Cama doğru yaklaşmadan önce içimi kaplayan heyecan bulutu şimdi yerini yağmur dolu kapkara bir buluta bırakmıştı. Az daha bakmaya devam edersem, arabanın kapısından kendimi atacak gibi hissediyordum. Elim kapının koluna gitti, gözlerimden birkaç damla yaş elimin üzerine düşünce kendime geldim. Kapıdan uzaklaşıp öğretmenime döndüm, onun gözlerinin içine bakmaya başladım. Beni o halde görünce sağ tarafına doğru eğildi. Bir elini omzuma attı, diğerini başımda gezdirmeye başladı. Ama bana tek kelime olsun bir şey sormadı. Öğretmenim başımı okşarken babam geldi aklıma. O da ilk defa başımı okşamıştı ama öğretmenim gibi değildi. O çok acemiydi. Yapmış olmak için yapıyor gibiydi. Ama öğretmenim başımı okşarken içimde biriken yağmur bulutları birer birer dağılıyor, yerlerini uçsuz bucaksız ferah yeşillikler alıyordu. Biraz önce korkuyla dolup taşan gözlerim, şimdi ise gülücüklerle dolup taşıyordu. Artık evden iyice uzaklaşmıştık. Ne annemi görüyordum ne babamı. Evimizi bile göremiyordum. Cama doğru tekrardan yanaşınca okulun duvarlarını görüvermiştim. Tepeden gördüğümden bambaşkaydı sanki. Dört yıldır bu okulda okumamışım gibi düşündüm bir an. Her şeye sıfırdan başlıyordum. Galiba o yüzden farklı geliyordu bana her şey. Okulu gördükten sonra birkaç dakika geçmemişti ki bahçenin içine hızlıca dalıvermişti arabamız. Daldığı gibi de okulun merdivenlerinin önünde durdu. Kapılar art arda tok bir sesle açıldı. Önce müdürümüz Ergin öğretmenim indi, sonra Recep öğretmenim, en son da biz indik. Bir elime çantamı, diğer elime de Volkan öğretmenimi aldım. Hayranlıkla etrafı izliyordum. Kafam hep yukarılardaydı. Ben gelmeyeli ne kadar da değişmiş diye düşündüm. “Sanki önceki rengi böyle değildi, kapısı bu kadar küçük müydü ki? Arka tarafta gördüğüm yeşermiş ağaçlar da mı vardı önceden? Hâlbuki beş-altı ay anca olmuştu gelmeyeli.” Böyle bir sürü soru geçiriyordum aklımdan. O yüzden ne etrafımda dönen konuşmaları duyuyordum ne de en ufak bir ses duyuyordum. Kalbimin giderek artan sesi bile düşüncelerimi dağıtmaya yetmiyordu. Merdivenleri ağır ağır çıktıktan sonra önce öğretmenler odasına girdik. Herkes dersteydi, zilin çalmasını bekleyecektik. Artık konuşulan sesleri nihayet duymaya başlamıştım, Volkan öğretmenim gülerek konuşuyordu:

“Gel bakalım Servet, otur şöyle. Bir şeyler içmek ister misin?”

           

Bir öğretmenimin bana böyle bir şeyi soracağını hiç düşünmemiştim. O yüzden bu soruyu sorunca dondum kaldım. Yüzümün git gide kızardığını hissediyordum. Başımı önüme eğdim, ayaklarımı hızlıca sallıyordum. Öğretmenim utandığımı anlamış olmalı ki bu sefer sesini daha da yumuşatarak konuşmaya başladı:

“Utanma ama Servet, istediğin bir şey varsa bana söyleyebilirsin.”

           

Sözünü tamamladıktan sonra benden yine bir tepki göremeyen öğretmenim bir bardağa kahve doldurup getirdi. Tam önüme koydu. Recep öğretmenim de ceketinin cebinden çıkardığı çikolatayı kahvenin yanına bıraktı. Herkes sessizce beni izliyordu. Volkan öğretmenim bu sefer dizlerini kırdı, sol elini sandalyeden tutarak eğildi. Takım elbisesinin kırışmasına aldırmıyordu. Eliyle çenemden tutup yüzümü kaldırdı. Bu sefer daha davetkâr bir sesle konuşuyordu:

“Ama utanmak yok dedim. Hadi bakalım, kahveni iç güzelce. Önce bir için ısınsın.”       

           

Recep öğretmenim de aynı ses tonuyla karıştı söze:

“Koyunların başında üşümedin mi yoksa?” deyince, ağzımdan birden çıkıverdi sözcükler. Sanki koyun lafını duymayı bekliyordum. Onu duyunca tekrardan yaşadığımın farkına vardım, nefes alan bir canlı olduğumu öğrendim. Sanki koyun, benim tek yaşam kaynağım gibiydi. Ürkek bir ses tonuyla konuşmaya başladım:

“Üşüdüm öğretmenim. Kalın giydiriyordu annem ama yine de üşüyordum. Çünkü hava çok soğuk oluyordu. Ama burası çok sıcak öğretmenim. Kahve de sıcak!”

           

Ben öyle söyleyince hepsi birden gülmeye başladı. Hem gülüyorlar hem konuşuyorlardı. Hepsi de benimle ilgileniyordu. Tabi bu durum çok hoşuma gitmişti. Kahveden birkaç yudum aldıktan sonra diğer öğretmenler de odaya gelmeye başladılar. Zilin çaldığını bile duymamıştım. Odadaki sayı artınca ben iyice utanmaya başladım. Hiç bu odaya girmemiştim çünkü. Kahveyi çok istememe rağmen içemiyordum. Oda da iyice kalabalıklaşmıştı. Herkes bana bakıyor, bir şeyler söylüyordu. Ben ise artık duramayacak duruma gelmiştim. İyice terlemeye başladım. Üzerimde ne var ne yok her şey su gibi olmuştu sanki. Büyük bir yük taşıyor gibiydim. Ergin öğretmenimin sesi beni birden rahatlattı:

“Al bakalım bunlar bu seneki kitapların. Kahveni içtiysen sınıfına gidebiliriz. Ne dersin?”

           

Tam benim beklediğim soru buydu işte. Hiç düşünmeden attım kendimi sandalyeden. Kitapların poşetini elimi geçirip önden hızlıca yürümeye başladım. Poşet biraz ağırdı. Yere sürtmemek için hafif soluma doğru eğildim. Şimdi daha yüksekte tutabiliyordum. Sınıfın önüne geldiğimde öğretmenimi çoktan geride bırakmıştım. Beni ilk karşılayan elbette Selim oldu. Hemen bol kahkahalar atarak sarıldı bana:

“Oooo Servet, hoş gelmişsin!”

           

Onun peşinden Ozan, Serkan, Aydın, Ayşe, Aysun ve bütün sınıf arkadaşlarım gülerek beni karşıladı. Hepsi de benim gelmemden çok memnun gibiydi. Büyük bir gürültü koptu gidiyordu. Kimse birbirini anlamıyordu neredeyse. Peş peşe bir sürü soru geliyordu. Mümkün olduğu kadar hepsine cevap vermeye çalışıyordum. Aralarından duyduklarımı seçiyordum daha doğrusu. Serkan’ın sorusu beni biraz şaşırtmıştı:

“Oğlum ya niye geldin ki okula, şimdi dışarıda olmak vardı top oynardık ya!”

“Ben de sizler gibi okumak istiyorum. Hem teneffüslerde istediğimiz kadar top oynarız ki!” diye karşılık verince yine gülmeye başladık. Söylediğimizle yaptığımız şeyler arasında dağlar kadar fark vardı. Bu sorunun cevabına gülmemiz henüz bitmemişti ki bu sefer Aydın’ın sesini duydum:

“Hoş geldin Servet. Okul çok güzel iyi ki sen de geldin tekrardan okula!”

           

Ne güzel sözdü onlar öyle. Şimdi buna ne cevap vermeliydim ki? Verilecek en anlamlı cevap, atılıp boynuna sarılmak olabilirdi gayet. Ya da “Yaşşaaa be!” diye bağırıp kolunu tuttuğum gibi havaya kaldırabilirdim. İkisini de yapmadım. Hatta hiçbir şey yapamadım. O sorunun cevabını düşünürken zil çaldı. Hepimiz arkamızdan kovalayan varmış gibi dağılıverdik. Cam kenarında ikinci sıraya oturdum. Kimse kalmadı sınıfın ortasında. Biraz önce boş yere gülen, sesini daha yüksek çıkarmak için boğazını yırtarak kahkaha atanlar bizler değildik sanki. Herkes yerine oturunca sınıf başkanı ve yardımcısı tahtanın başına geçti. İkisi de büyük bir işin vermiş olduğu sorumluluğu taşıdıklarını belli etmek ister gibi yorgun gözlerle bakıyordu. Öğretmen masasının önünde başkan, onun biraz gerisinde de yardımcısı duruyordu. Arada bir çıkan seslere hemen müdahale ediyorlardı. Sınıfta bir gürültü olunca önce yardımcısı uyarıyordu. “Arkadaşlar sessiz olabilir miyiz lütfeeen!” Eğer yardımcısının otoritesi yetmezse işte o zaman devreye başkan giriyordu. Hemen ellerini sertçe masaya vuruyor, sesini kalınlaştırmaya çalışarak konuşuyordu, “Sessiz olun dedik! Yazarım bak adınızı haa!” Başkanın uyarısından sonra hiçbir ses kalmıyordu artık. Herkes sınıfta bir öğretmen varmış gibi sessizce oturuyordu. Başkanın kurduğu bu otorite pek uzun sürmüyor. Öğretmen sınıfa girer girmez onlar da bizim gibi sıradan bir öğrenci oluveriyorlardı hemen. Sesleri inceliyor, bakışlarındaki o ağırlık birden dağılıyor yerini, görevini başarıyla tamamlamanın verdiği hazza bırakıyor. Dersimiz Türkçe. Furkan öğretmenimiz geliyor. Okulda sürekli görüyorduk kendisini ama tabi ilkokulda derslerimize girmediği için şu an ilk defa dersine giriyorum diyebilirim. Bakalım o da benim varlığımın farkına varacak mı? Daha doğrusu yokluğum onun için ne kadar önemliydi? Acaba ilkokul öğretmenim ya da diğer öğretmenlerim benden ne kadar bahsetti? Hepsini de merak ediyorum. Oturduğum yerden gözümü hiç ayırmadan onu izliyorum. Sınıfa girer girmez neşeli sesiyle hepimizi selamladı. Sonra bütün sınıfın nasıl olduğunu sordu. Ondan sonra birkaç arkadaşıma adı ile hitap ederek onlarla konuştu. Tam onu yaparken o arkadaşlarımın yerinde kendimi hayal ettim. Ama benim adımı söylemedi. Neyse. Onlarla da konuştuktan sonra masaya oturup sınıf defterini açtı. İşte burada biraz daha heyecanlanabilirim sanırım. Çünkü şimdi yoklama alınacak ve benim de adım okunacaktı. Gür bir sesle, bize bakmadan isimleri okumaya başladı. Burada olanlar yüksek sesle cevap veriyor, olmayanların yerine ise bu sefer bütün sınıf yüksek sesle cevap veriyordu. Sıra bana geldiğinde ayağa kalktım. Kalemini net bir şekilde görüyordum. Adımı okuduktan sonra numaramı gelmeyenler bölümüne yazmak için hareketlendi. Ben onu görür görmez bağırarak “Burada!” dedim. Kafasını ilk kez kaldırdı. Bana baktı. Yüzü gülüyordu hâlâ:

“Sen yeni mi geldin?” dedi, gülmeye devam ediyordu. Onu öyle görünce biraz sakinleşmiştim.

“Evet öğretmenim.” diye cevap verdim. Öğretmenin konuşmasına fırsat tanımadan kim olduğunu göremediğim bir arkadaşım oturduğu yerden lafa karıştı:

“Aslında bu sınıftaydı öğretmenim ama okulu bırakmıştı!” dedi. Ben kıpkırmızı kesildim. Bir anda yine sıcak basmıştı. Sırtımdan ince ince terler döküyordum. Ona cevap olarak da bir başka arkadaşım konuştu bu sefer:

“Bırakmış olsa nasıl gelecek okula? Demek ki bırakmamış işte!” dedi. Biraz olsun rahatlamıştım. Öğretmenimiz ise gülerek bizi dinliyordu, ben hâlâ ayaktaydım. Birkaç dakika bu böyle sürdü. Sesler dalga dalga artıyordu. Büyük bir uğultu sınıfın içinde yayılmaya başlamıştı. Öğretmenimiz daha fazla sessiz kalamadı bu duruma:

“Tamam arkadaşlar! Sessiz olabilir miyiz lütfen? Arkadaşımız demek ki okulu bırakmamış. Hem bakın hiç okulu bırakacak göz var mı onda? Hoş geldin sınıfına bakalım Servet!”

“Teşekkür ederim öğretmenim!”

           

Öğretmenimiz yoklamayı tamamladıktan sonra ceketini sandalyesine astı. Kalemlerini eline alıp hemen tahtanın başına geçti ve kaldığı yerden dersini anlatmaya devam etti.

           

O gün öğleden sonra başlamıştım okula. Hiç bitmesini istemediğim bir gündü. Saatlerce sürsün, durmadan ders anlatılmasını istediğim bir gündü. Okumaya bu kadar acıkmıştım işte. Ama tabi o gün de bitti. Dersler de bitti. Son dersin bitiş zili çalınca çantamı, kitaplarımı topladım mutlu mesut yola düştüm. Yanımda bir sürü arkadaşım vardı. Ama onların konuştuklarını duymuyordum. Onları dinlemiyordum çünkü. Benim aklım şimdi evdeydi, evden çok babamdaydı. Acaba bana ne diyecekti? Öğretmenlerin yanında benim gitmek istemediğimi söylemişti. Onların önüne beni atmıştı. Durum böyle olunca öğretmenler de bir şey diyememişti tabi. Ya da öğretmenlerim ben gelmeden önce babama ne dediler ki babam böyle bir yalan söyledi? Bunu da çok merak ediyordum. Öğretmenlerime soramazdım bunu. Annemden öğrenebilirdim sadece. O bana her şeyi anlatırdı yani öyle umut ediyordum. Önemli olan annemi yalnız yakalamaktı. İşte o pek mümkün değildi. Zaten küçücük bir evimiz vardı. Muhtemelen babam sobanın dibinde uyuyakalmıştır. Uyuyakalmadıysa bile oraya boylu boyunca uzanmıştır. Annem ise her zamanki gibi mutfaktadır. Yemek hazırlıyordur, bulaşıkları toparlıyordur, evi silip süpürüyordur. Annemi otururken pek göremiyordum. Sadece yemek yerken oturuyordu. O da mecburdu artık. Gerçi babam o zaman da onu pek oturtmuyordu ya sürekli bir şeyler istiyordu. Şimdi bakalım kim neredeydi, ne iş yapıyordu ve bana ne diyeceklerdi. İşte evin duvarları görünmeye başladı. Adımlarımı yavaşlattım. Daha küçük ve daha yavaş adım atıyordum, arkadaşlarımın gerisinde kalmıştım. Onlar bizim evin olduğu yol ayrımını çoktan geçmişlerdi. Birkaçı arkasına dönüp bağırmayı ihmal etmedi. Her ne kadar yavaş da yürüsem gelmiştim yol ağzına. Döndüm eve doğru tırmanmaya başladım. Şimdi neredeyse yürümüyor, olduğum yerde sayıyordum. Ben yürümüyordum da ev bana geliyordu sanki. Nasıl oldu anlamadım birden kapının önünde buldum kendimi. Kapıyı yavaşça itip içeri girdim. Annemin arkası dönüktü. Babam ise ortalıkta görünmüyordu. İçeri girdim. Kapıyı arkama alıp geri geri giderek kapattım. Çantam kapının hemen dibinde duruyordu. Annem arkasını döndü, beni görünce yine gülerek yanıma geldi. Beni öyle tutuk görünce dizlerinin üstüne çöküp iki omzumdan tuttu. Kendine doğru çekti, insanın içine huzur veren o sesiyle konuşmaya başladı. Konuşurken ara ara öksürüyordu ama aldırmadım buna. Çünkü sesi hep huzur doluydu. O konuştukça içimden bir şeyler dökülüyordu, rahatlıyordum resmen:

“Aa kuzum ne oldu sana? Okulda biri bir şey mi dedi yoksa ne bu hâlin?”

“Anne, babam nerede?” diyebildim sadece. Biraz daha rahatlamıştım ama yine bir tedirginlik vardı tabi. Annem bu soruyu duyunca o da anlamıştı artık bu halimin sebebini. Hiç bozuntuya vermeden devam etti:

“Gelir yavrum birazdan amcanlara gitti.”

           

Şimdi iyice rahatlamıştım. Oraya gittiyse yakın zamanda gelmezdi ve ben de o gelene kadar yatar uyurdum. Sabah da erken kalkar işleri tutar okula giderdim. Şimdi neşem iyice yerine gelmişti. Ben cevap vermeden annem konuşmaya devam etti:

“Nasıl geçti kuzum okulun, özlemiş misin okulunu?”

           

Ben artık rahatlamıştım, çözülmüştüm; sobanın yanına doğru çektim annemi. Arabaya bindiğim andan başlayıp eve gelene kadar geçen zamandaki her şeyi anlattım. Hem de hiçbir şeyi atlamadan. Özellikle kahve ve yoklama zamanını biraz abartarak biraz da bir şeyler ekleyerek anlattım. Bunu utanarak itiraf edebilirim. Ben konuştukça annem de rahatlamıştı. Ben gelmeden önce öğretmenlerimle ne konuştular onu sormayı unutmuştum işte. Daha sonra tekrardan mutfağa işinin başına döndü. Ben de oturduğum yerden konuşmaya devam ettim. O gece babam gelmeden yattım. Anneme de sabah erken kalkacağımı bahane ettim. Bir şey demedi, pek üstelemedi. Artık bana inandı da mı üstelemedi yoksa erken yatma sebebimi biliyordu da mı üstelemedi bilmiyorum. Ama o gece babam gelmeden yatağımı yapıp uyudum. O geceyi atlattıktan sonra on-on beş gün boyunca babam hiçbir şey demedi bana. Eskisi gibi konuşmaya devam etti. İlişkimizde herhangi bir olumsuzluk görmedim. Ben yine işlerimi yaptım. Sabah kalkıp koyunlara baktım, köyden su çektim, evin önündeki işlerin ucundan tuttum. Bunları yaparken de derslerimi hiç aksatmadım. Artık bütün öğretmenlerim beni tanımıştı iyice. Herkes beni seviyordu. İlkokul öğretmenim de ara ara sınıfa gelip beni kontrol ediyordu. Bana bakıp birkaç bir şey sorup gidiyordu. Ondan mıdır nedir bilmiyorum diğer öğretmenlerim de iyice ilgilenmeye başlamışlardı. Okula kendimi iyice bağlanmış hissediyordum artık. Evdeki işleri de daha iştahlı yapıyordum. Ben okula gidiyorum diyerek işten kaçmıyordum. Tam tersi daha da çok yapıyordum. Daha da severek, isteyerek yapıyordum. Eminim bu da babamın gözünden kaçmamıştır. Belki de bunu gördüğü için bana ağzını açıp bir şey demiyordu. Artık kar da iyice yağmıştı. Hayvanları otlatmak için götürdüğüm o uçsuz bucaksız yeşilliklerin yerini devasa beyazlıklar almıştı. Hayvanları ahırdan çıkarmıyorduk. Hava iyice soğumuştu çünkü. Buraya düşen kar aylar boyunca kalkmıyordu. Nisan, mayıs aylarına kadar kalıyor; bizim hayatımızı felç ediyordu tam anlamıyla.

           

Artık okulda da ilk dönemin sonuna yaklaşmıştık. Son yazılılarımızı yapacaktık. Her şey gayet güzel gidiyordu. Babam bana bir şey demiyor, ben ona hiç bulaşmıyordum. İkimiz de sorumluluklarının farkında iki yetişkin gibi işlerimizi yapıyorduk. Akşam vakti sofranın başında konuşursak konuşuyorduk. Eğer konuşmazsak o da yoktu. Biliyordum aslında babamla çok güzel bir ilişkimiz vardı ama galiba babalar sevgilerini pek belli etmeyi beceremiyorlardı. Okula başladığım günden beri babam, okulu aksatacak hiçbir iş dememişti bana. Ben de bu durumdan oldukça mutluydum tabi. Okulların kapanmasına yaklaşık bir buçuk aylık bir zaman kalmıştı. Ara sıra günlerce kar yağıyor, yollar kapanma derecesine geliyordu. Okullar tatil olacak diye ödüm kopuyordu. Neyse ki kepçeler, kar makineleri ertesi gün gelip bütün yolu kazıyıp gidiyorlardı. Benim de içimi bir huzur kaplıyordu. Çarşamba günüydü. Birkaç haftadır böyle kar yağmamıştı. Kar o gün başlayıp perşembe akşama kadar sürmüştü. O sabah kalktığımda gördüğüm manzara beni çok etkilemişti. Her yerde devasa beyazlıklar oluşmuştu. İri kar taneleri köyümüzün üzerine birer tokat gibi iniyordu. Hafiften çıkan rüzgâr ise işi daha da zorlaştırıyordu. Bu havada okul olmaz diye düşündüm ama yine de gitmek istiyordum. Hiçbir hazırlık yapmadan pencerede durmuş dışarıyı izliyordum. Annem yine mutfakta bir şeylerle uğraşıyor ara sıra bana laf yetiştiriyordu. “Bu havada okul olmaz a yavrum. Fırtına çıktı çıkacak Allah korusun!” diyordu. Sürekli bunu söylüyordu. Annemin sesine dışarıdaki çocukların sesi karışmaya başlayınca kimseyi dinlemeden fırladım dışarı. Hemen diğer çocukları yetiştim. Annem en son arkamdan bağırıyordu ama ne yapayım? Bugün okula giden öğrenci sayısı çok azdı. İkişerli üçerli gruplar hâlinde gidiyorduk. Rüzgâr hızını arttırıyordu. Kar taneleri, ince bir çomak gibi sertçe iniyordu yüzümüze. Yanımdaki arkadaşımla iyice sokulduk birbirimize. Neredeyse önümüzü göremiyorduk. Fırtına iyice hızlanmış, görüş açımızı tamamen kapatmıştı. Artık kar mı yağıyor yoksa fırtına dağdaki karları mı getiriyordu bilemiyorduk. Bir kar fırtınasının tam ortasında kalmıştık. Üç-beş metre önümüzdeki arkadaşlarımızı da arkamızdakileri de göremiyorduk. Olduğumuz yere saplanmıştık. Soğuk daha da artmıştı. Kar, fırtına, soğuk derken tamamen bir çıkmazın ortasında kalıvermiştik. Fırtına da hiç duracağa benzemiyordu. Birileri gelip bizi kurtarmazsa burada soğuktan ölebilirdik. Artık iyice üşüyorduk. Ayaklarımız karın altında kalmıştı. Dizlerimize kadar gömülmüştük. Giysilerimiz bizi koruyamıyordu ve hâlâ göz gözü görmüyordu. Birbirimizin sesini de duyamaz olmuştuk. Olduğumuz yere çöktük, sarıldık. Kafamızı yere eğdik. En azından karın yüzümüze gelmesinden korunabilirdik. Orada öylece ne kadar bekledik bilmiyorum. Annemin içi rahat etmemiş olmalı ki hemen peşimden babamı yollamış. Babam bizi bulduğunda sanırım hiçbir şey hissetmiyordum.

Ertesi gün muhtar hoparlörden okulun bugün tatil olduğunu ilan etti. O gün akşama kadar sobanın başında yattım. Ona rağmen güç bela kendime gelebildim. Cuma sabah erkenden kalktım. Yollar açılmıştı şimdi, hava da biraz olsun yüzümüze gülüyordu. İki gün önce fırtınanın içinde kalan ben değildim sanki. Kendimi çok dinç ve güçlü hissediyordum. Hayvanların yemini suyunu verdim. Sonra eve gelip çantamı aldım, tam çıkacaktım ki babamın yine o tavizsiz sesi odanın içini doldurdu. Çıkacak yer bulamadığı için kulaklarımın içinde yankılandı uzun bir süre. Sesini duyunca olduğum yerde kaldım. Asıl diyeceği şeyi bekliyordum. Bu seslenme boşa değildi herhalde. Beni haksız çıkarmadı babam. Hemen peşine kendini hiç bozmadan ekledi:

“Bugün okula gitmeyeceksin!”



Devamı gelecek...