Sabah olduğunda her zamanki gibi erkenden uyandım. Kimsenin bir şey demesini beklemeden kendi azık çantamı hazırlayıp aldım. Hayvanları önüme katıp yukarı doğru sürmeye başladım. Aslında bugün daha da sinirli olmam gerekiyordu onlara karşı. Nedenini kestiremediğim bir yumuşaklık hissettim. Dünden beri ilk defa gülümsedim. Çünkü hayvanlar önümde giderken ara ara kafalarını çevirip bana bakıyorlardı. Belki de her gün yapıyorlardı bu hareketi ama ben nedense bugün ilk defa beni merak ettikleri için yaptıklarını düşündüm. Bir kez daha gülümsedim. Hemen önümde olan koyuna uzanıp okşamaya başladım. Sanki benden bunu bekliyormuş gibi zıplayarak koşmaya başladı ve en öne geçti. Ben de arkama dönüp baktım, evden bir hayli uzaklaşmış olduğumu görünce soğuk havaya aldırmadan olduğum yere çöküverdim. Bugün biraz daha uzakta durmayı tercih etmiştim. Koyunlarım özgürlüğün tadını çıkarır gibi bir sağa bir sola koşturuyordu. Kendilerine en uygun otları bulup başında bir süre oyalanıyorlardı. Küçük ağızları ile toprağa sıkıca tutunan otları koparma mücadeleleri gerçekten görülmeye değerdi. Onları öyle görünce gülümseyerek uzandım. Gökyüzüne bakıyordum ama bulutları görmüyordum. Mavi bir uçsuz bucaksız deniz de yoktu karşımda. İçinde on beş sıra bulunan, beyaz bir tahtası olan, duvarlarında çeşitli resimler, yazılar olan küçük bir sınıf duruyordu karşımda. Öğretmen masasının hemen önünde kendimi görüyordum. Yanımda da okuldaki rakibim Ersin oturuyordu. Kızmıyorduk birbirimize. Gayet iyi anlaşan iki arkadaş gibi oturuyorduk orada, ne güzel görünüyordu buradan bakınca… Hele bir de o sınıfta olsaydım şimdi… Hemen arkamda da Selim oturuyordu. Sürekli masanın altından önüme bir şeyler atıyor, öğretmenin dikkatini masaya çekiyordu. Öğretmen bana kızacak diye neredeyse titremeye başlamıştım. Arkama yaklaşmış “Servet, Servet” diye sesleniyordu. Artık dayanamadım, arkamı döndüm ve sınıftaki herkesin duyacağı bir şekilde bağırdım, “Sus Selim artık öğretmen duyacak!” cümlemi tamamlar tamamlamaz Selim’in kahkahası kulağımın dibinde yankılanmaya başladı. Kafama bir de tokat atınca kendime geldim. Meğer Selim burnumun dibine kadar girmiş de bana bağırıyormuş. Ben de öyle bir cevap verince gülmekten kendini yerlere attı.

“Ne öğretmeni baban duyacak asıl kalk koyunlar bak nereye gitmiş?”

Hemen doğruldum. Baktım ki koyunlar biraz uzaklaşmışlar. Peşlerinden koşup yakaladım hepsini. Neyse ki toplu halde aynı yöne doğru gitmişlerdi. Tekrardan önüme katıp biraz önce bulunduğum yere getirdim. Oturur oturmaz Selim’e döndüm:

“Senin ne işin var burada okullar açılmadı mı Selim?” dedim, sorgulayan bir amir havasıyla.

“Ben okula gitmek istemiyorum ki sıkılıyorum orada.” diye umursamaz bir şekilde cevap verdi. Ben iyice sinirlendim:

“Nasıl yani sen kendin mi gitmek istemiyorsun?”

“Evet!”

“Sen şaşırdın mı Selim?” dedim asıl ben şaşırmıştım. Bu da ne demekti? Ailesi gönderiyor ama kendisi mi gitmiyordu? Bir de benim durumuma bak. Cevabını beklemeden tekrardan sordum:

“Sen gitmek istemiyorsun peki ailen göndermek istiyor mu? Gözlerim yuvasından fırlayacaktı.

“Hiç sorma ya Servet! Başımın etini yiyorlar oku da oku, oku da diye!”

“...!”

“Ben diyorum ki onlara ben okumak istemiyorum. Ben çoban olacağım, hâlimden memnunum. Gidin ablamı okutun bana karışmayın!”

“…”

“Servet, şiiişşşştt sana diyorum be!”

           

Koluma bir çimdik atınca yine bir rüyadan uyanmıştım. Yüzüne bakıyor ama cevap vermiyordum. Ne diyebilirdim ki ona? Okumak istemeyen birine hele de ailesi okusun diye zorlayan birine ben ne diyebilirdim ki. İşte o an ondan çok kendime bir şeyler diyebileceğimi düşündüm. Hayatın sundukları, karşımıza çıkardıkları bizim için değerli olmasa da başkaları için hayati bir değer taşıyabilir. İşte tam da böyleydi Selim ile durumumuz. Okuldaki durumunu biliyordum elbette ama yine de onun okulu bırakacağını hiç düşünmezdim. Köyümüzde, şehrimizde, bölgemizde her yıl binlerce çocuk çeşitli sebeplerle özellikle küçük yaşlarda okuldan alınıyordu. Kimileri çobanlığa, kimileri inşaatlara, kimileri koca evine gönderiliyordu. Hiçbirinin fikri alınmıyordu elbette. İşte şimdi de ben katılacaktım o kalabalığa. Ha bir eksik ha bir fazla… O sırada Selim o beklemediğim soruyu soruverdi:

“E sen niye gitmedin okula? Yoksa sen de mi gitmek istemiyorsun artık? Bir anda yüzüm düşüverdi. Dudağım öne doğru sarktı. Sesim buğulandı. Konuştum.

“Babam göndermiyor.” dedim ve ağlamaya başladım. Yine dünkü gibi titreyerek ağlıyordum. Ellerimi yüzüme kapattım. Selim bu halimden etkilenmiş olmalı ki o da başladı ağlamaya. İkimiz de birden ağlıyorduk şimdi. Bütün koyunların önünde hem de. Hepsi dönmüş bize bakıyordu. Selim ile sarıldık bir süre de öyle ağlamaya devam ettik. Sonra aniden onun ağlaması kesildi. O susunca ben de utandım ve ağlamayı kestim. İkimiz de yüzümüze bakamıyorduk. Koyunları izliyor, toprağa bakıyor ya da gökyüzündeki kendi hayallerimize dalıyorduk. Selim’in bir şey dediğini duydum ama anlamadım. O yüzden cevap vermedim. Birkaç dakika öyle cevapsız kalınca bu sefer yüksek sesle söyledi:

“Sana diyorum, merak etme sen öğretmenler gelir götürürler seni. Babanı da ikna eder onlar kesin. Asma suratını be boşuna bak görürsün dediğim gibi olur!”

Doğru ya! Ben bunu nasıl düşünemedim? Her sene okulu bırakan kalabalığa aldırmayan öğretmenlerimiz, o kalabalıktan ne koparırsak kâr diyorlardı. Ev ev dolaşıp öğrencileri daha çok ailelerini ikna etmeye çabalıyorlardı. Evet ya, muhakkak benim için de geleceklerdi. Bir süre okula gitmeyince anlardı zaten durumu. Ya da arkadaşlarım hemen söylerdi zaten. Ondan sonra iş onları beklemeye kalıyordu. Babamı da bir şekilde ikna ederlerdi. Bunu duyduğuma çok sevinmiştim. Selim de farkındaydı bunun belliydi konuşmasından:

“Bak nasıl da yüzün güldü hemen okul deyince. Ne anlıyorsunuz şu okuldan anlamıyorum arkadaş!” dedi yine ağzını yayarak ve umarsızca…

Güldüm, cevap vermedim. Sonra ikimiz birden kahkahalar atmaya başladık. Biraz önce ağlayanlar biz değil gibi gülüyorduk. O an düşündüm işte “keşke hep çocuk kalabilseydik…”

           

Ertesi gün yine aynı saatte, aynı yerdeydim. Şansıma bugün hava açıktı. “Az daha tepeye doğru yürüsem daha iyi olur.” diye düşündüm. Çünkü oradan okulu tam olarak görebiliyordum. Eğer okuldan çıkan bir araba olursa onu görebilecektim. Uzun zamandır buradaydım. Saatime baktım on ikiyi geçiyordu. Ama okulun orada en ufak bir hareketlilik yoktu. “Acaba öğretmenler okula gelmedi mi?” diye düşündüm. Ama bunun saçma bir düşünce olduğunu söyleyip kafamdan kovdum. Bir taşın üzerine oturdum. Ayaklarıma dirseklerimden dayanıp destek aldım. Ellerimi avuçlarımın içine yerleştirip okulu izlemeye devam ettim. Oraya bakarken sanki karşımda cansız bir yığından ziyade anılarımdan oluşan, hareketli bir cisim duruyordu. Bir duvarında okula başladığım ilk günün anısı vardı. Renkleri o günkü gibi maviydi. Pencereler çantamın rengi gibi beyazdı. Hareket ediyordu her şey. Ben yürüyordum, sırtımda çantam… Korku mu desem çekince mi desem bilmiyorum. O yaşadığım ilk duygu yansıyordu şimdi duvara. Rengi siyahla beyaz arasında kararsız bir renkti. Daha sonra okulun bahçesinde sınıfımı gördüm. Sınıfın rengi gibi kremdi. Taşlar yer yer kahverengiydi, evet masalardı onlar. En uçta beyaz uzun bir taş vardı. Üzerinde renk renk çiçekler, böcekler ve yaldızlı çıkartmalar… Sanki okula şimdi başlıyorum gibi hissettim bir an. Hemen saatime baktım tekrardan, saat biri geçiyordu ve hala bir hareket yoktu. Biraz daha beklemenin iyi olacağını düşündüm. Tam o sırada bir minibüs girdi okulun bahçesine. Kalbim yerinden çıkmış, tam önümde atıyor gibiydi, o kadar şiddetliydi. Ne yapacağımı bilemedim. Aşağı mı koşmalıydım yoksa okula mı? Ya da burada böylece durup onların beni çağırmasını mı beklemeliydim? Ellerimi toprağın üzerinde gezdirmeye başladım, sanki kalbimi arıyordum. Sonra yere baktım, sonra sol tarafıma, kalbim hala yuvasında atıyordu. Kalktım. Parmak uçlarıma kadar yükseldim. Şimdi daha net görüyordum her şeyi. Okulun kapısından sırayla büyüklü küçüklü karartılar çıkıyordu. Kimileri tek tek, kimileri ikişerli üçerli gruplar hâlinde çıkıyordu. Herkes sırayla minibüse doğru gidiyordu. Sanki minibüs o insanları yutan bir devi andırıyordu şu an. Bir an için irkildim. “Eğer” dedim, “Bu kadar kalabalık gelirlerse beni kesin alıp götürürler okula.” Şimdi de içimi okula gittiğim ilk günkü duygu kapladı. Birden araba hareket etmeye başladı. Elimi kalbimin üstüne koydum. İzlemeye devam ettim. Araba dönüyordu, içimden bu tarafa dönmesini geçiriyordum ki çarşıya doğru döndü. Önce yavaş, sonra da hızlı bir şekilde kaybolup gitti. Ben ise hala bakıyordum. Gelmemişlerdi. Hepsi arabaya binip evlerine giderken ben burada böylece kalakalmıştım ve okuldan bir gün daha uzaklaşmıştım. Sonra koyunlara döndüm tekrardan. Hepsini izledim. Tek tek baktım, “Bir gün daha beraberiz.” diye geçirdim içimden, “O da en iyi ihtimalle…”

           

Hemen hayvanları önüme katıp eve doğru hızlıca sürdüm. Onları ahıra alelacele yerleştirdikten sonra yola çıktım. Yolun kenarında durdum, gelenleri izlemeye koyuldum. Kimisi yaptıkları etkinliklerden bahsediyordu kimisi de verilen ödevlerden. Benim ise gözüm sınıf arkadaşlarımdan birilerini arıyordu. Mahcup bir ifadeyle izliyordum geçenleri. Hepsi de gözüme büyük insanlarmış gibi görünüyordu. Konuştukları o basit şeyler, sadece onların anlayabileceği bilimsel bilgilermiş gibi geliyordu bana. Eski Türk filmlerindeki gariban çocuklar gibi boynum bükülmüştü iyice. Kafamı yukarı çevirdiğimde yolun üst başında Selim’i fark ettim. Onu görünce hem sevindim hem sinirlendim. Çünkü ailesi onu zorla okula gönderiyordu. Ne vardı onun ailesiyle benim ailem yer değiştirseydi. O gelir burada istediği kadar hayvan güderdi. Ben de giderdim gece gündüz derslerime çalışırdım. Çok da güzel olurdu. Ben böyle kendi kendime konuşurken Selim de iyice yaklaşmıştı. Beni görmemişti o yüzden hemen bağırdım:

“Seliiiiim!” Ellerimi ağzımın iki yanına getirmiş, derin bir oyuk oluşturmuştum. Beni görünce hemen sola saptı, ağır adımlarla yanıma kadar geldi. Okula dair o kadar çok öğrenmek istediğim şey vardı ki ilk önce neyi sorsam bir türlü bilemiyordum. Meraklı gözlerle, gözlerinin içine bakıyordum. Madem ben soramıyordum, o anlatır belki diye gözlerimi daha da açarak bakmaya başladım. Ama onda da bir hareket yoktu. Daha fazla dayanamamış olmalı ki hiçbir şey demeden gidecek oldu. Kolundan tuttum, kendime doğru çektim. Akışına bıraktım. Ağzımdan ilk ne çıkarsa diye düşündüm:

“Neler yaptınız bugün?” sesim biraz yüksek çıkıyordu. Ama Selim de bir o kadar yavan ve düz konuşuyordu:

“Ne yapalım işte her zamanki şeyler.”

“Ne mesela Selim?” dedim, onu konuşturmak için.

“Türkçede hikâye okuduk, Matematikte işlem yaptık, Fende ne yaptık ben de anladım valla.” dedi, beni bir an önce bıraksın da gideyim der gibiydi.

“E peki beni hiç kimse sormadı mı?”

“Sordular.” dedi ve kolumdan kurtulduğu gibi aşağı doğru koşmaya başladı. Dur diyemeden, kim sordu diyemeden çoktan eve varmıştı bile. En azından benim olmadığımın farkındalardı. İşte bu güzel haberdi. Bugünlük bu haber de yeterdi bana. Yarın da bu haberin hevesiyle giderdim otlağa. Ertesi gün belki gelirlerdi. Gelmeseler bile bir haber daha alırdım muhakkak. Artık inancım artıyordu. O gittikten sonra, yolda hiç çocuk kalmayınca ben de eve yöneldim. Sanki okuldan geliyormuşum gibi neşeli neşeli yürüdüm. Eve girdiğimde annem her zamanki yerinde bir şeylerle uğraşıyordu. Babam ise yine sobanın başında uyuyakalmıştı. Annem geldiğimi fark edip yüzüme gülümsedi. Ben de ona gülümseyip sobanın başına çöküverdim.

           

Bu ümitle bir hafta daha gittim geldim koyunların peşine. Her gün en tepeye kadar çıkıyordum ve ellerimi dürbün gibi yapıp okulu izliyordum. Bahçeye bakıyorum, gelip geçen arabaları sayıyorum. Ama hâlâ istediğim şeyleri bir türlü göremiyorum. Bazı günler ağır bir sis bulutu çöküyor köyün üzerine. Bırakın okulu görmeyi, burnumun ucunu bile göremiyorum. O zamanlarda bile yılmadan daima ileri bakıyorum. Sanki sislerin arasından bir minibüs fırlayıp çıkacakmış gibi hissediyorum. Gelip evin önünde duracak ve beni aldığı gibi tekrardan o sis bulutunun içinde kaybolacak. Bu anları da sevmeye başladım. Çünkü hayal dünyamı geliştiriyor. Oturduğum yerde, koyunların başında çeşitli düşüncelerle boğuşuyorum. Hatta zaman zaman karamsarlığa düştüğüm bile oluyor. Onların hiç gelmeyeceğini düşünüyorum. Eğer gelmezlerse ne yaparım ben ya da ne yapmalıyım diye düşünüyorum. O anlarda gözlerim bulutlanıyor. Gördüğüm bütün sis tabakası bir anda gözlerimin içine birikiveriyor ve ben hiçbir şey düşünemez oluyorum. Gözlerime dolan sis, sanki yavaş yavaş damarlarımda dolaşmaya başlıyor. Bütün kanım çekiliyor, yerlerine sisler doluyor ve beynimi kuşatıyor. İşte diye geçiriyorum içimden, eğer okula gidemezsem hayatımda bu sis tabakasının altında kalacak. Beni koskoca bir karanlığa hapsedecek. Gördüğüm, düşündüğüm, yaşadığım velhasıl her şey koyu bir karanlık olacak. Günün ortasına doğru dağılmaya başlayan sis, biraz olsun umutlarımı yeşertiyor. Önce gözlerim aydınlanmaya başlıyor. Artık daha net görebiliyorum. Okulun bahçesi açılıyor önce, sonra yavaş yavaş çatıya doğru yükseliyor aydınlık. Bir süre sonra bütün sis kalkıyor ortalıktan. Her şey apaçık ortaya dökülüyor. Kuşlar neşeyle cıvıldamaya başlıyor. “Sis yüzünden, onlar da karanlığa gömülmüş olmalı benim gibi!” diye geçiriyorum içimden. Sonra güneş gülen yüzünü gösteriyor, “umudunu sakın kaybetme” der gibi. Beynimdeki sis de çekiliyor, yerini taze kanlarım alıyor. İşte o zaman çok güzel hayallere dalıyorum. Buradan okulu izlediğim gibi, okuldan buraya doğru bakıp gülümsediğimi hayal ediyorum. Teneffüs zili çaldığında merdivenlerden koşarak iniyorum. Daha sonra kapının dibine gelip duvarların üzerine ellerimi birleştirip koyuyorum. Çenemi de hafifçe ellerimin üzerine bırakıp şu an oturduğum yeri görmeye çalışıyorum. Bunu neden yapıyorum? Çünkü oradan buraya gelmek için çok bekledim. Geldiğim yeri unutmam mümkün değil. Eğer bir gün bu hayallerimi gerçekleştirebilirsem hatta büyük bir adam olup köyüme ziyarete gelirsem ilk geleceğim yer burası olacak. Burası benim bekleme yerim oldu. Okula gitmeyi beklediğim, hayallerimi yaşamayı beklediğim, güzel günleri beklediğim ve o arabanın köyün içine doğru gelmesini beklediğim yer…

           

Selim’in geldiğinde oturduğum yerde taş kesilmiştim sanki. Hareketsize karşıya doğru bakıyordum. Elimdeki çomağı toprağa saplamış, çeneme destek yapmış öylece duruyordum. Selim’in kendini fark ettirmesi için çomağı çekmesi gerekti. İşte o zaman öne doğru düşmemek için kendimi zor tuttum. Nefes nefese kalmış, bana da sinirlenmiş bir şekilde konuşmaya başladı. Konuşurken hızlı hızlı nefes alıyordu:

“Yahu kaç dakikadır sana bağırıyorum, dönüp bakmıyorsun.”

“Niye bu kadar koştun ki Selim? Hem sen niye okula gitmedin?”

“Okuldaydım ama öğlen arası oldu çünkü. Eve yemeğe gidiyordum.”

“Haha! Burası mı sizin eviniz?”

“Hayır, tabii ki de değil.”

“Niye geldin bir şey söylemiyorsun hâlâ?”

“Öğretmenler sizin evinizi göstermemi istediler. O yüzden geldim. Şimdi de sizin evdeler.”

“Ne!?”

“Seni bekliyorlar, seni çağırmak için geldim buraya. Yani evimiz burada olduğu için değil.”

Bunu duyar duymaz elimdeki çomağı savurdum. Önümde duran Selim’i itip koşmaya başladım. Selim’e ne olduğuna bile bakmadım, koyunlar da aklıma gelmedi elbette. Sadece koşuyordum. Ayaklarım pat pat diye yere vururken kalbim de yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Sadece, “nasıl oldu da öğretmenlerin geldiğini göremedim” diye düşünüyordum. Kaç dakika geçti bilmiyorum. Eve vardığımda üç öğretmenimiz sobanın başına bağdaş kurmuş oturuyordu. Babam ise bu sefer sobanın başında değil de öğretmenlerin karşısındaydı. Ben odaya girince yüzümün kıpkırmızı olduğunu hissettim. Nefesimi tutup bir düzene sokmaya çalışıyordum. Ellerimi önümde bağlayıp başımı eğdim. Hepsi bana bakıyordu muhtemelen. Bu böyle ne kadar devam etti bilmiyorum. Öğretmenimin sesi, bu sessizliği bozdu:

“Servet, nasılsın bakalım?”

“İyiyim öğretmenim. Siz nasılsınız?” diyebildim ama sesimi duydular mı emin değildim. Heyecandan ne diyeceğimi bilemiyordum. Çok bir şey sormasınlar diye dua ediyordum. Öğretmenim devam etti:

“Seni almaya geldik ama bak baban ne diyor?”

Bu da ne demekti şimdi? Ne dedi acaba babam benim hakkımda? Keşke burada olsaydım, onlar konuşurken. Yüzüm daha da kızarmıştı. Sıcaklığından öyle olduğunu tahmin ediyordum. Hemen onun yanında oturan öğretmenim girdi söze:

“Biz göndermek istedik ama kendisi gitmedi diyor baban!”

Nee!? Bu da ne demek oluyordu? Bu sefer sinirden renkten renge girmeye başlamıştım. Hiç ağzımı açmadım. Ne diyebilirdim ki? Doğru mu deseydim yoksa yalan mı? En güzeli susmaktı. Zaten konuşacak hâl de kalmamıştı o lafı duyunca. Öğretmenim sözünü bitirir bitirmez babam da konuştu:

“Kaç defa dedim hocam ama yok!” Sözünü bitirince bana döndü ve devam etti, “Hadi bak öğretmenlerin buraya kadar gelmiş, hazırlan okuluna git. Koyunlara ben bakarım şimdi!”

           

Anlamsız ifadelerle izliyordum bu konuşulanları. Boş gözlerle bir babama bir anneme bir öğretmenlere bakıyordum. Annem zaten hiç konuşmuyordu. Hele babam da öyle deyince iyice başını önüne eğdi, ağzını açmadı. Ne diyebilirdi ki? Şimdi öğretmenlerin yanında böyle konuşan babam, yarın yine okula göndermezse ya beni? Bu düşünce saplandı birden zihnime. Böyle düşünürken yine babamın sesini duydum:

“Hadi oğlum bekletme öğretmenlerini!”

           

Acaba ben yokken ne konuşmuşlardı, çok merak ediyordum. Onların hepsini annemden öğrenebilirdim. Ama şimdi bunun zamanı değildi. Çünkü böyle de olsa artık okula geri dönüyordum sonuçta. Biraz önceki heyecanlı ve sinirli halim şimdi kaybolmuştu. Yüzüme tebessüm yayılmaya başlamıştı. Öğretmenlerim aynı anda ayağa kalktı. Hiç konuşmayan öğretmenim elimden tutup dışarı doğru götürdü beni. Sürekli gülümsüyordu bana. En önde biz, arkamızda diğer öğretmenler, onların arkasında da babam vardı. Annem ise kapıdan bize bakıyordu. O da mutluydu, yüzünden belli oluyordu. Ben artık iyice kendime gelmiştim. Sanki olayın anca anca farkına varıyor gibiydim. Diğer öğretmenler babamla bir şeyler konuşurken ben yanımdaki öğretmenimin yüzüne bakıyordum. Daha sonra gülerek konuşmaya başladım:

“Öğretmenim! Minibüsle mi geldiniz!?”



Devamı gelecek...