ADIM

 

 

 

 

Kaç adım atması gerektiğini bilmeden ve her birini sayarak çıktı adam yola. Varacağından emin olsa da içindeki “şüpheci” sürekli dürtüyordu. Sabahın ayazı birçoğunu kendine getirirken onu bir başkasına götürüyordu.

Her adımda bir yerden uzaklaştığı ve bir yandan da bir yerlere yaklaştığı bu derin çizgili yolda, hüzünden sevince, acıdan mutluluğa, karanlıktan aydınlığa ve bazen tekrar karanlığa, çoğu zaman hepsine ve bazen de hiçbirine bulaştı.

İlk adımda ayağına batan bir diken vardı. Sanki az evvel batmış gibi, her defasında çok yoğun hissettiği ve o anı defalarca yaşatan bir diken. Diken deyip geçmiş olmak istemedi. Acısını yaşamak istedi. Gözlerinden yaşlar, geride bıraktığı yerlerdeki irinler gibi boşaldı. Her damlasını saydı. Bir diğer adıma kadar andı. Dikenlerin acısı birkaç adımda sarılınca, yola çıkmış olduğuna sevindi. Geri dönüp bakmak belki tüm yolculuğu bitirebilirdi.

Kaç adım atması gerektiğini bilmeden ve adımlarını sağlamlaştırarak devam etti adam yola. Belki de varacağından emin olduğu içindi gözlerindeki neşe. Evet gözlerinde bir neşe vardı. Oysa çok değil birkaç adım önce bütün sıvılarını aktarmamış mıydı soğuk Dünya’ya. Yine de gözlerinde bir neşe vardı. Belki de o neşeye ulaşabilmek için üzerindeki kabuğu sıyırması gerekiyordu. Bu kez canını çok yakacak olan kabuğu.

Her adımda uzaklaştığı gerçekler, ona artık çok eskiden anlatılmış ve artık hiçbir ayrıntısını anımsamadığı hazin bir öykü gibi geliyordu. Yazmak isteyip de caydığı ve her seferinde tekrar tekrar aklına düşen eski bir aşk şiiri gibi. Tüm aşk şiirleri gibi eskiyecek, sadece okuyanların haberi olacak ve aslında okuyanlar da hiç bilmeyecekti. Belki de tüm şehirler arasında en küçüğünden hemen dibindeki en büyüğüne göçen bir şairin ayak sürümesi gibi. Adımları bir güç telaşından inip diğerine binecekti. Şair adam şairliğinden habersiz, şehir şahitliğinden yorgun ve adam adımlamaya devam edecek kadar azimliydi.

Onuncu adımda dokuzuncudan farklı bir kendi ile karşılaştı. On birinci, ona pek benzemiyordu. Yürüdükçe değiştiğini fark etti. Belki de hep öyleydi ve il kez fark etmişti. Adım atmak farkına varmaktı artık. Düşündüğünden daha kolay fakat olması gerekenden de zordu. Arkasında bırakamadığı şeyler vardı. Bırakmayı hiç düşünemeyeceği…

Yeni bir şehrin sesine alışmak için sessizliği beklemek gerektiğini biliyordu. Bu çoğu zaman herkesin bekleyemediği bir anda gerçekleşirdi. Diğerleri “gece” derlerdi adına. Suçların örtüsü, suçluların bahanesi gece. Bir kez başlayınca artık duramayacak kadar gece. İçindeki seslerin de susması gereken saatlerinde dinlerdi geceyi ve sessizliği. Zira, içindekilerin susması zor, şehrin konuşması mucizeydi. En zoru ise yeni bir şehrin susmasını beklemekti.

O ilk adımı atmadan asla yürüyemeyeceğini bilen bir çocuk gibi sadece yürümeyi düşünerek yürüdü. Çünkü yürümek, düştüğü kuyulardan çıkmasını sağlayacak merdivendi ve uzun zamandır o kuyuda uykudaydı. Belki de bu nedenle seviyordu sessizliği. Kuyunun dibi olması gereken gibi -ölüm gibi- sessizdi. Kelimeyi okuyunca bile o sessizliği hissettirdi değil mi? Ölüm, sessizliği bilen bir gerçekti. O kesin kalabalığa yüksek sese gerek duymadan tek bir kelime ile bağırabilen bir gerçekti. Kuyunun dibi henüz ölüm değilse de onun gibiydi. On ikinci adımdaki adam artık dokuzuncudaki değildi. Gece günahlara örtü, günahkârlara bahaneydi. En çok susması gerekenler de susunca içindeki son seslerin sesi kısılırdı. Adımlanan şehirlerden, azımsanan öfkelerden ve bir miktar da siyah bir sessizlikten ibaret sağaltılırdı. Böylece alıştı adam yeni şehre.