Denir ki, artık kimse solumaz bu kederli havayı ciğerlerine kanına karıştırırcasına dünyanın yorgunluğunu,

Güzün birinde günlerden hâlâ günün biriyken, 

Yarın ve dün bugünün kısa özetiyken hâlâ,

Ve henüz bıkmaya başlamışken şu zavallı beden çiçeklerin açmasından ve şarkılarını söyleyen kuşların sesinden,

Daha o gündü işte, daha dün gibi,

Ve daha gelmeyecek olan geleceğin parıltısı gibi sönük, yorgun, umutsuz... 


Çağırın, çağırın ölü kelebekleri yas tutması için şu gereksiz gevezelere,

Çağırın kendi mezarlarını kazmak için daha çok şey uydurup, anlamı dallandırıp budaklandıranları,

Herkes görmeli cesedimi,

Herkes görmeli solucanların kanlı bedenlerini. 


Afrodit, korkunç canavar,

Her köşede seni arıyorum.

Afrodit, suçlu yaratık,

Ölmek isteyince seni düşlüyorum.



Seni kurmak ve seni kurunca adamak kendini buna,

Seni kurmaya devam etmek, sonsuza dek korumak bunu,

Senin gözlerinde görmek ürkütücü gelecekten saklanmanın yollarını,

Bunları nasıl anlatayım ki sana?

Şimdi içime doğru çekiliyorum ezelden beri,

İçime çekilmek sanki benim görevim,

Ve oralara siyah buketlerde beyaz çiçekler taşımak,

Tohumlar ekmek şu kuru toprağa,

Ve dans etmek senin acıların uğruna, seni tanıdığım için bu ayrıcalık adına. 


Bilmem daha ne kadar sürecek bu,

Ne zaman damlayacak toprağa kanımın son damlası,

Bu evsiz kapı, bu evsiz pencere,

Nereye ulaştıracak beni bu bir yere çıkmayan yollar, bu derinlik, bu yorgunluk.




Söyle yıldızlardan nasıl göründüğümü,

Kaç yaşında olduğumu,

Eksi yüz, eksi bin beş yüz,

Atladıkça bir diğerine, artım gelişme gösterir devinimle. 


Söyle yanı başındayken neler fısıldadığını bakışlarımın,

Ve hangi sözlerle karşılık verdiğini senin,

Sevmek, sevilmek,

Ölmek, dirilmek,

Ayrılınca yollarımız harfler de parçalanır, görmezsin. 


Sus, görmediğini söyleme yağmurun çabasını,

Sırılsıklam edip toprak gibi karıştırmak istemesini bizi,

Boşuna, karar verdiğin değil önemli olan,

Damlaların isteğimize hizmet edişini görmelisin sen de.





Dipteyim, her şey daha güzel burada,

Kafatasları ve çürük umut kalıntıları ile donatılmış bir cennet düşün,

Tanrıların ayak basmaya cesaret edemediği.

Burası dip, tanrılar ve burun kıvıranların korktuğu cehennem,

Sabaha kadar tartışalım, 

Farklı algılıyorsak bu mekanı,

Neticede araftan öte bir şeyde karar kılamayız. 


Şapkadan tavşan çıkarmak görevleri tanrıların tasarlarken bizleri,

Boşluktan bedenler derer gibi, 

Sonra, yokluktan derildiğimizi ve tekrar gönderilmemiz gerektiğini unuturlar,

Şapkada duvarlara toslar dururuz. 


Üç kez, her şey üç kez oldu ben yaşarken,

Gerisini sayamadım,

Nefesim bolca değildi.





Ne zaman köşeye sıkıştırılsam lanetli ruhlar tarafından,

Ellerimi ve ayaklarımı kendi kalbimle bağlar, teslim olurum.

Yoluna girecek olan her şey için kısa bir tutulma anıdır acı çekmek,

Öyle ya da böyle, kanla ya da terle,

Bu bir tutulmadır kendini hatırlatıp sık sık,

Sonra aynı sıklıkla yine unutturan. 


Zayıf ve hasta ruhlarız dünyayı boydan boya saran,

Üzgünüm, senin gözlerinle bakamam ben,

Yarandığından beri değil, ondan da öncesi gibi hâlâ her şey;

Önce karanlık vardı, ve hâlâ da korumakta bunu evren.




Bi' gümüş param vardı kayığa binip geçmek için diğer tarafa,

Suda gözlerin yansıdı geçerken,

Gökten yere çakılır gibi çakıldı suya gümüş,

En ortada, her kıyının en uzağında kaldım ben,

Duyuyorum şimdi,

Karanlık güçler yaklaşmakta işkenceler için. 


Şimdi karanlığım ben de, karanlıkta bir cin,

Gelemedim yanına kurtulup gölgelerin pençelerinden,

Göz bebeklerime kadar aldılar, bakmak için bir yer de yok artık,

Sen de yoksun, 

Sevişmek için gökyüzü de yok artık,

Güneş de yok sabahın gelmesi için.