“Film ağır ağır ilerledi ve bitti. Hiç düşünmedim/düşünemedim üzerine… Aradan zaman geçti ve başladı karın ağrılarım.”

Filmi izlememin üzerinden iki gün kadar geçmişken kafamda dönüp durmaya başlayan sahnelerden, birinden diğerine savrulduğum duygulardan sonra kurdum bu cümleyi ve bu filmi daha iyi tanımlayabileceğimi düşünemiyorum. Çünkü filmi izlerken sıradanlığı öyle bir seyrettim ki o an için bakışım, düşüncelerim, yorumlarım da donuklaştı. Film biter bitmez film için “iyi filmmiş” ya da “kötü filmmiş” gibi bir yorum yapmadım. Hani bazen bir yere dalarsınız da gözünüzün önünden öylesine görüntüler geçer gider ya… Çok dikkatlice izlememe rağmen tam olarak öyle bir hissiyat oluştu içimde. Ağır ağır bir şeyler aktı ve tam anlamıyla içinde değildim, o akışı kenarında durup izleyen kişiydim sanki. Aradan geçen iki gün filmin aslında parça parça birçok tohumu zihnime attığını gösterdi. Aftersun filmi hiç melankolik olmadan melankoliyi, hiç arabeske savrulmadan, duyguyu ajite etmeden özlem ve acıyı öyle bir işlemiş ki şimdi zihnime düşen tohumlar filizlendikçe filmdeki sahnelerle duygu geçişleri arasındaki mesafeler an be an ortadan kalkıyor ve öyle geçmişe dalmış gibi izlediğim filmin her sahnesi kafamda canlanmaya başlıyor. Bu noktadan bakıldığında Aftersun filmini özgün yapan şey Tarkovsky filmlerine benzer şekilde bittikten sonra kendini zihinde her an yeniden canlandırması. Bu anlamda rahatlıkla belirtebilir ki Aftersun filminin insanda yarattığı o güçlü hissin yıllarca insan zihninden silinme şansı yok gibi duruyor…


Buradan sonrası bol bol spoiler içerecek…

Aydınlık ve karanlığın ikileminde bir kız çocuğu; Sophie

2022 yılında izleyiciye sunulan, senaryosu ve yönetmenliği Charlotte Wells tarafından üstlenilen Aftersun filmi aslında çok basit bir metne sahip. Yetişkin bir kadın yıllar önce babası ile yapmış olduğu bir tatilin kamera kayıtlarını izleyerek o tatili anımsıyor ve o andan itibaren bizleri Küçük İskoç kızı Sophie’nin gözünden gerçek ve rüyanın harmanlandığı sürece, doksanların sonu, iki binlerin başı Türkiye tatil yörelerinden biri olan Muğla’ya götürüyor. Renklerinden kullanılan müziklere, insanların giyim kuşamından, hal hareketlerine kadar Türkiye’nin o muhteşem doksanları çok iyi işlenmiş ve filmin konusunu anlamaya gerek duymadan dahi doksanlar Türkiye’sini yaşamış biri için dikkat çekici görüntüler mevcut. Bu anlamda Charlotte Wells’in doksanlı yılları iyi gözlemleyip sinemaya da büyük bir başarıyla aktardığını belirtmek gerekir.

Film tam olarak hafızanın yarattığı boşluğa dolan duygu kırıntıları gibi… Fakat bunu hiçbir şekilde yılışık bir duygusallıkla izleyicinin gözünün içerisine sokmuyor. Hatta film akarken çok fazla duygusal bir sahneye de rastlanmıyor fakat bilinçte açığa çıkardığı şeyler o kadar güçlü ki, düşünmeye başladığı andan itibaren filmin sertliği insanın aklından geçirdiği her şeye sirayet ediyor. Bu anlamda film o kadar başarılı ki, filmi izledikten sonra çocukken yaşamış olduğunuz anıların içerisine gizlenmiş olan duyguları da anımsamaya başlıyorsunuz.

Yönetmen Charlotte Wells bu filme dair vermiş olduğu röportajda filmin kurgu olmasına rağmen oldukça kişisel bir film olduğunu vurgulamıştı. Esasen filmi izlerken aynı zamanda Wells’in babası ile olan ilişkilerine dair ipuçları da veriyor. Ancak Wells kesinlikle bunu izleyicinin gözünün içine sokmamış. Bu basit bir konu olmasına rağmen insanda sürekli olarak bulmaca çözüyormuş gibi bir hissi de yaratıyor. Filmin bir başarısı da şurada yatıyor; bu filmi algılayabilmek için analitik zekâ tek başına çaresiz kalıyor. Hatta aksine, hislerin zihindeki yansımalarını iyi takip edebilmek gerekiyor ki tüm o akan durgunluk ete kemiğe bürünebilsin. Esasen Wells öyle bir film yaratmış ki, filmi anlayabilmek için öncelikli olarak hafızayla unutmaya yüz tutmuş duygu kırıntılarının yeniden bir araya gelmesi gerekiyor. Bunu senaryonun akışında da görebiliyorsunuz. Çekilen video kasetleri aslında bir araç temsiliyetine kavuşuyor ve Sophie’nin babasıyla tatil yaparken hangi görüntüleri gördüğünü anımsamasına destek oluyor ancak video öylesine soğuk ki, açığa çıkan sert duygularla bağını kurmadan bir anlama kavuşamıyor. Yönetmen Wells işte bu duyguları o görüntülerin içerisine büyük bir ustalıkla serpiştirmiş. Bir şekilde yakalıyorsunuz fakat buna rağmen filmde her şey öylesine muğlak ki, bu görüntülerde esas yaşananların ne olduğunu anlayabilmeniz için üzerine uzun uzun düşünmeniz gerekiyor. Çünkü bütün bu görüntüler bize Sophie’nin 11 yaşındaki halinden birer yansıma yalnızca. Dikkat ederseniz film içerisinde çok fazla yansıma görüntü var. Masadan yansıyan insan suretleri, aynadan yansıyan melankoli, sudan yansıyan paraşüt görüntüleri, kapalı, tüplü televizyonun ekranında akıp giden Sophie ve Babası Calum’un diyalogları ve daha sayısız benzer sahne. Filmin tamamı aslında belirli olayların Sophie’nin zihnindeki yansımasından ibaret ve yönetmen film içerisinde bu kadar çok yansıma görüntü kullanarak izleyiciye bunu hissettirmiş zaten. Fakat her ne kadar yansıma görüntüler, duygu geçişleri olsa da Sophie’nin duyguları o an yaşarken ki haliyle, aradan yıllar geçtikten sonra video üzerinden izlerken yaşadığı kırılma arasında ciddi bir çelişki var ve işte bu film tam anlamıyla o çelişkinin içinde doğmuş gibi.

Filmde küçük Sophie yavaş yavaş ergenliğe doğru ilerlerken, karakteri olgun olmasına rağmen bir arayışın içerisinde ve bunu film boyunca babasına sorduğu sorulardan anlayabiliyoruz. Henüz kafasında birçok şey muğlakken yaşadığı huzur da gözden kaçmıyor. Babasının içinde bulunduğu melankolik ruh hali, dönem dönem gitgelleri, karaoke yapılan sahnede olduğu gibi bazı sahnelerde çok güçlü verilmiş ancak küçük Sophie’nin algıları bunu halen çocuksu olarak aldığı için gelip geçici bir şeyler olarak değerlendiriyor ve yaşadığı geçici huzursuzluk ertesi gün güneş doğunca yerini yeniden huzura bırakıyor. Fakat aradan yıllar geçtikten sonra babasının yaşlarına geldiğinde yaşadığı o görüntüleri izlerken yüzünde oluşan keder zamanın tahrip ettiği noktada oluşan bütün boşlukları dolduruyor. Yıllar önce dünyayı henüz tüm gerçekliğiyle algılayamadığından yüzündeki o güzel gülümseme ve huzur, aynı görüntüleri izleyip o anı yaşadığında oluşan keder ile çelişik halde. Buradan duyguların zamana ve koşullara bağlı olarak değişkenlik gösterdiğini anlayabiliyoruz. Birçoğumuzda olmuştur bu durum. Yıllar önce büyük bir huzur yaşadığımız bir anının tüm çerçevesini görmeye başladığımız andan itibaren nasıl ters istikamete doğru bizi sürüklediğine şahit olmuşuzdur. Bu, hayatta algısal sorunlarla ilgili olarak doğan boşluklarla ilgilidir ve belirttiğim gibi bu film o boşluğun filmidir…

Biz filmi izlerken açılış sahnesinde yetişkin Sophie’nin gözünden izleriz aslında. O anlamda bütün filmin akışı yetişkin Sophie’nin zihninin bize açılmasıdır fakat yetişkin Sophie’nin bluğ çağındaki Sophie ile kurduğu bağ takdire şayandır. Çünkü aradan geçen onca yıllık zaman ister istemez insanın içinde bir şeyleri zedeler ve empati duyusu zayıflar. En çok kendi geçmişine duyduğu empati zayıflar. Yönetmen bu konuda empatiyi zayıflatmayarak, bu durumun nerede durması gerektiğini de güçlü bir şekilde vermiş. Yetişkin Sophie ile bluğ çağındaki Sophie arasında kurulan dengenin her ikisinde yarattığı ruh halleri bunun somut bir göstergesi…


Karanlıkta bir baba; Calum

Film boyunca kızıyla güçlü bir ilişki kurmak adına çaba sarf eden iyi bir baba görürüz… Film tamamen Sophie’nin zihninden yansıyanların bize gösterilmesi olduğundan babasının tatil boyunca ondaki yansımasını izleriz. Kuşkusuz muğlaklığın ortadan tamamen kalkması bu filmi babasının bakış açısından yeniden çekilmesiyle mümkün olur fakat filmde Calum’un yaşadığı çalkantı, Sophie’ye yansıdığı kadarıyla dahi güçlü verilmiştir. Film bütün vermek istediğiyle değerlendirildiğinde Calum’un karakterini güçlendirmemiş, yetişkinlikle çocukluk arasına sıkışıp kalmış ve toplumsal bir bakış açısıyla “bir baltaya sap olamamış” bir hali vardır. 19 yaşında henüz çok gençken yaptığı evlilik, 20 yaşındayken baba olması bunu değiştirmeyecektir. Calum işsiz, parasız kalmış, yaşama ‘doğru’ yerlerinden tutunamamış birisidir. Ve bunun sonucu olarak eşinden de ayrılmıştır fakat bir biçimde çocuksu bir dürtüyle onunla da iletişimini sürdürmektedir. Film boyunca Sophie’ye olan ilgisi ve yaklaşımını ‘vicdan azabı’ olarak okumamak gerekir. Çünkü Filmin ilerleyen sahnelerinde Sophie’nin kapıda kalması aslında imgesel yolla aynı zamanda Calum’un sorumsuzluğuna, hayatı boş vermişliğine ve hatta umursamazlığına yorumlanabilir. Bu anlamda Calum aslında hayatın ne kadar zor olduğunu kendi karakterinde çok güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Oysa yapılması gereken şey basittir; toplumsal düzleme ayak uydurmak ve toplumun iteklediği yöne doğru sürüklenmek. Bunu yapmayan iki tür insan vardır. Birincisi mevcut düzeni benimsemeyen, toplumun dahi yaklaşımlarını sorgulayan ‘aykırı’ kişilik. İkincisi ise bu basit kurallara dahi uyabilecek kadar potansiyel açığa çıkaramayan ve bunun sonuncunda savrulma yaşayan insanlar. Her ikisinin de intihara meyili vardır. Birincisi var olan sorunları görür ve o düzenin bir çarkı olmayı kendine yediremez ve hayat yaşanmaz hale gelir, ikincisinin ise düzene bir karşıtlığı olmamasına rağmen o düzende yaşamayı dahi beceremez.

Calum’un direngen tavrına dair filmde bir anlatıya denk gelmedim fakat ikinci karakter olabileceğine dair de yönetmenin açık bıraktığı bazı hususlar vardı. Bilinçli mi yapılmıştı yoksa yoğunlaşma eksikliğinden mi kaynaklanıyordu bilemiyorum. Karanlığa doğru emin adımlarla yürümek de bir yönüyle kararlılık ve direngenlik belirtisidir. Bilinçaltında bir yan insanın sürekli olarak korkmasını sağlar ve bu korku aynı zamanda yaşam dürtüsünü de belirler. Ancak filmin bir sahnesinde denizin bilinmez karanlığına doğru emin adımlarla yürüyen Calum’u görürüz. İmgesel yolla orada ulaşmak istediği hedef Calum’un bilinçaltındaki karanlıktır. Yol ise duyguları. Buradan Calum’un yaşamdan el etek çekme hissine kavuştuğunu da çıkarabiliriz. Çünkü gün içerisinde kızıyla yaşadığı aydınlık saatlerde dahi Calum’da insanları rahatsız eden bir ruh hali aslında sürekli vardır. Gözlüğün denizin dibine sürüklendiği sahnede, doğum günü kutladığında ve benzeri sahnelerde Calum’un git-gelleri izleyiciye yansır ve bu yansıma karaoke sahnesinde doruğa tırmanır. O kadar güçlü bir hal almıştır ki henüz yaşamı çocuksu hayalleriyle, gerçeklerin soğukluğu arasında sıkışmış olan Sophie’de bile tepkiye neden olur.

“Paran olmadığ halde bir şeyler ödemeyi teklif etme.”

Bu söylem Sophie’nin bilinçaltında yaşadığı patlamanın dışavurumudur. Ve aynı gece Calum’u karanlığın ortasında denize doğru emin adımlarla, sendelemeden yürürken görürüz. Deniz’in imgesel olarak anlamı çok fazladır. Birincisi sudur, rüzgâr olmayan havalarda berraktır ve görüntüsü bile insanın ruhunu dinlendirir fakat gece olunca, yani güneşin sonrasında deniz de karanlığa gömülür. İnsan açısından artık berrak da değildir. Dibini göremez ve dibini göremediği her şey insan açısından ‘belirsizlik’ demektir. Belirsizlik korkunçtur! Tam da bu yüzden belirsizliğe yürürken insanın sendelemesi, tereddüt etmesi gerekir ancak Calum öylesine yaralıdır ki güneşin sonrasında, karanlık her yere çökmüşken, hiçbir şekilde berraklığı olmayan, bilinmezliği çağrıştıran o karartıya doğru emin adımlarla yürür. Kuşkusuz bahsini etmiş olduğum şeylerin tamamı aynı zamanda ‘ölüm’ denen şeyin de tanımıdır. Calum ne kadar süre sonra olduğu bilinmese de kızıyla geçirdiği bu tatilin ardından yaşamına son vermiştir ve biz o an o tatilin Calum ile Sophie’nin birbirlerini son görüşleri olduğunu anlarız. Ve film hiçbir acı sahneyi göstermeden acının tohumunu da zihnimize atmıştır, orada kök saldıkça rahatsız eder bizi…

Calum’un karanlık yoğunluğa, yani aslında imgesel yordamla ölüme yürüdüğü sahnenin ardından filmin başındaki sahnelerin tamamı ete kemiğe bürünür. Kızıyla ilk buluştuğunda Calum’un balkonda ciğerlerini sigara dumanıyla doldururken karanlığa karşı sergilediği dans figürleri bir neşe belirtisinden ziyade yalnızlığa saygı duruşudur esasen. Muğlaktır kafasındaki düşünceler, tıpkı balkonda dans ederken kullandığı belli belirsiz figürlere yansıdığı gibi. Sigara dumanı öyle bir yürür ki ciğerlerine, dans figürüne eşlik edercesine, Calum’un aldığı haz burada tam anlamıyla hayattan bıkmışlığıyla ilgilidir. Yönetmen burada hiçbir ses kullanmamıştır. Ne bir hışırtı, ne bir rüzgar sesi, ne odada uyuyan Sophie’nin nefes sesi, ne bir ağaç yaprağı hışırtısı, ne komşu odalardan gelen televizyon sesi, ne yazlık olmasına rağmen mekanda dışardan gelen insan sesleri ne de sigaranın cızırtılı sesi… Mutlak bir sessizlik vardır bu görüntüde. Calum hayatın seslerinden o kadar bıkmıştır ki, depresyon seviyesi doruklardadır. Sessizliğin dansını yapmaktadır ve bu sahne yine sessiz bir gecede karanlığın denizine doğru yürürken tamamlanır.

Kuşkusuz film “Aftersun” yani güneş sonrası karanlığından ibaret değildir. Mutlak bir karanlığa saplanmış halde olan Calum’un aydınlıkla Tai-Chi üzerinden kurmuş olduğu bir bağ vardır. Muhtemelen yönetmen bu argümanı ying yang felsefesinde olduğu gibi karanlığın içindeki küçük beyaz nokta -yani umut- olarak kullanmıştır. Filmin birçok sahnesinde Tai-Chi’ye dair görüntüler vardır. Bunun birisinde Sophie annesiyle telefonla konuşurken annesi Calum’un ne yaptığını sorduğunda son derece çocuksu bir saflıkla “ağır çekimde tuhaf ninja hareketleri yapıyor” dediği sahne. Bir diğeri önlerinde uzanan pırıl pırıl bir doğa karşısında Sophie ile yaptıkları Tai-Chi hareketleri sahnesi ve kapalı tüplü tv ekranında zaman ve yaş üzerine konuştukları görüntülerin yansıdığı zaman televizyonun hemen yanında üst üste dizili bir şekilde duran Tai-Chi kitapları. Calum’u filmin ilerleyen kısımlarında öylesine büyük bir kararlılıkla bilinmeze doğru yürürken görünce Tai-Chi’nin Calum için bir arayış olup olamayacağına karar veremedim fakat bir şekilde yaşama tutunmasına olanak sağladığına kanaat getirdim. Tai-Chi nefes, can ve yaşam enerjisini evrensel döngüye katma sanatının adı oluyor. Calum’un bu denli Tai-Chi’ye yönelmesinde var olan dengeyle arasında oluşan kopukluğun ilgisi var. Calum Tai-Chi üzerinden yeniden yaşama karışma amacı gütmekten ziyade yaşamdan ne kadar kopmuş olduğunu anlatıyor. Evrensel döngüden -insan açısından bunu toplum ile kurduğu bağ olarak da tanımlayabiliriz- bu denli uzaklaşıp kendi karanlığına gömülen birinin bunu en iyi ifade edebileceği alanın yeniden evrendeki akışa dahil olma felsefesini taşıyan Tai-Chi olmasında bir sakınca yoktur. Calum içindeki devasa boşluklar ve plazma halinde orada duran karanlıkla kavga halinde değildir fakat onunla uzlaşmış da değildir. Calum aslında bu karanlığı aslında yeterince umursamıyor ve bu yüzden akışı yeniden hissetme konusunda ona yol gösterecek olan Tai-Chi ile haşır neşir olmakta da bir beis görmüyor. Çünkü Calum onu da umursamıyor… Bu umursamama durumu depresyonla beraber kendinden nefret etmesini de getiriyor. Bu yüzden Calum artık net bir şeylerin arayışında değil, bulanıklık onu giderek daha çok girdabına çekiyor. Bir sahnede, dışarı çıkma hazırlığı yaparken aynadaki görüntüsüne bakıyor ve görüntüdeki netlik dahi onu rahatsız ediyor. Çünkü Calum kendisinden dışarı yansıyan her şeyden nefret ediyor. Aynaya tükürerek hem kendinden yansıyanları bulanıklaştırıyor hem de kendine olan tepkisini kusmuş oluyor…

Filmde Calum’un hasta ruhunu tanımlayan çok fazla imge taşıyan görüntü var. Bulanık su, derin dalış, denizin dibi… Hepsi bize Calum’a dair ayrı ayrı özellikleri anlatıyor fakat bürün bunlar video kasetlerini izleyen ve babasının beraber tatil yaptıkları yaşında olan Sophie’nin bilincine yansımış olanlar. Çünkü Sophie kasetleri izlemeye başladığı andan itibaren bir yanda gözünün önündeki buz gibi gerçekleri görüyor, diğer yandan da bilinçaltı ve dolayısıyla rüyaları ve hayalleri devreye giriyor. Biz de Calum’un içinde bulunduğu ruh halini tamamen Sophie’ye yansıdığı, dahası Sophie’nin kendi algılarıyla yorumladığı haliyle izliyoruz. Bu da zaman kavramının felsefi yönlerini de devreye koyuyor. Zamanın göreceliği filmin hemen her yerine serpilmiş halde karşımızda duruyor. Daha filmin başında Sophie’nin kamera kayıtlarında 31 yaşında olan babasına 131 yaşındasın demesi aslında zamanın onu yorumlayan bilincin algılayış biçimine tesirini gösteriyor. Hepimizde vardır bu. Küçük birer çocukken bizden 10 yaş büyük birine bakıp o yaşın hiçbir zaman gelmeyeceğini düşünürdük. Fakat o zaman dilimi geçip gittikten sonra geriye bakınca her şeyin bir çırpıda tükenebildiğine, 10 yılın çabucak geçip gittiğine şahitlik ettik. Bu yüzden tükenenlerin başında da zaman geliyor…

Sophie’nin bir sahnede babasına “sen 11 yaşındayken şu anda ne yapacağını düşünüyordun?” diye sorması ve bunun karşısında Calum’un ani duygu durum değişikliği de zamansal kırılmanın algılarla belirlendiğini gösteriyor. Çünkü Sophie bunu acı bir tecrübeyle yaşamın içerisinde zaten görecekti ve bunu görmüş olduğunun mesajı da son sahnede yine Sophie’nin yetişkin bir kadın olmuş halinde verildi. Bir yandan o tatilin görüntülerini izlerken yüzünde beliren derin keder, bu görüntüyü izlerken aşağı yukarı babasının en son gördüğü yaşında olması ve diğer yandan içerden gelen çocuk sesi babasıyla aynı kaderi taşıyıp taşımadığını göstermese de algıların dönemsel olarak nasıl değişebildiğini oldukça güçlü bir şekilde ortaya koydu.

Filmin görüntü yönetmeni Gregory Oke’ye ayrıca parantez açmak gerekiyor. Çünkü her anlamda çok başarılı. Film boyunca gözümüzün önünde akıp giden görüntülerden kullanılan renklere kadar birbirini çok iyi tamamlıyor. Filmde bu anlamda sırıtan hiçbir şey yok. Gregory Oke dersine çok iyi çalışmış olmalı. Eğer bu filmi izlerken Türkiye olduğunu ve zamanını bilmesek bile özellikle doksanlar Türkiye’sinde yaşayan insanlar filmin doksanlar Türkiye’sinin bir sahil kasabası olduğunu rahatlıkla anlayabilirdi. Bunu bu kadar güçlü şekilde başarabilmiş çok az sayıda Türk filmi vardır. Gregory Oke bir yabacı olmasına rağmen atmosferi çok iyi yakalayıp sinemaya da çok güçlü aktarmış. Yine müzik seçimlerinden kullanılan seslere kadar her şey birbirini tamamlıyor gibi. Filmde gereksiz, eklektik duran tek bir sahne, tek bir söz yok. Örneğin karaoke sahnesinde sahneye çıkan Sophie’nin R.E.M’in Losing My Religion (inancımı kaybediyorum) şarkısını söylerken takındığı tavır ve mimiklerine bakalım… Babasının onunla birlikte sahneye çıkmamasının da bir tesiri mutlaka var ancak 11 yaşındaki hayat dolu bir kız çocuğunun Losing My Religion şarkısının sözlerini büyük bir coşkuyla söylemesi hayatın olağan akışına aykırı olur. Belki babası sahneye çıkıp söylese o şarkının hakkını daha iyi verebilirdi çünkü babası için anlaşılır bir durumdur “Losing My Religion”… Yine dinleyince birçoğumuzu geçmişe götüren Candan Erçetin’in “Gamsız Hayat” sözleri filme çok güzel kaynaştırılmıştı. “Çok mu dertsiz duruyorum, uzaktan bakınca” diye uzanıp gidiyordu Calum’un bulanık karanlığına… Queen’in efsanevi şarkılarından ‘Under Pressure’ da öyle… Sözleriyle filmin akışı arasındaki bağı kurmak hiç zor olmuyor.

Kısacası… Aftersun muhteşem bir ‘sıradanlığa övgü’ filmi. Her saniyesi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş muazzam bir film. Uzun zamandır alt metni böylesine güçlü olan bir film izlediğimi anımsamıyorum!