Gök kubbe altında ne kadar söz varsa söylendi demiş eski bir bilge.
Demek ki yaşanacak ne varsa yaşandı.
Peki kimdir benim cümlelerimle konuşan o şair? Zihnimden geçen söz hangi köhne mezarda ayniyle fısıldaşmakta ?
Hangi suda sürüklenmekte yırttığım mektuplar? Nasıl taşır insan şimdi bu yılgınlığı?
Nasıl oturur masanın başına okunmuş cümleleri yazmak için.
Bu his mutlak bir arayışa sürüklüyor beni?
Ama nerede? Neyi?
Her yeni günde asi bir filiz gibi toprağımdan fışkırırken cümleler,
her nefeste yeni bir mısraya can verirken dimağım,
Bu sonsuz külliyat ummanında nasıl rastlarım tohumlarıma?
Vurdun içimde koşan atları ey ihtiyar!
lakin bil ki şairliğime eştir isyânım.
Varsın küf tutsun muammasında hüznümü barındıran sayfalar.
Varsın kurusun zamanın hokkasında mürekkep. Cömert bir yağmur gibi ilhamıyla satırlara döküldüğüm cümleler
varsın çarpışsın gökkubbede yansımalarıyla
Bu meçhulün izini sürecek değilim.
Heybemde hüznünü taşıdığım ne varsa yazacak, yazacağım.
Elbet vardır her kitabın yeniden okunanı.
Hazin bir metnin satırlarında kendi izlerine rastlamak
En kadim sığınağıdır insanın.
Orada bekler mânâ, orada durur zaman.
yinelenir sükuneti kelâmın.
Bir ben değilim ya en sadık mütefekkiri bu âlem-i gâmın.