Duru, göz alabildiğine uzanmış çıplak kadın gibiydi manzara karşımda. Açık mavi gökyüzünün altındaki sonsuz yeşillik... Fakat hissettiğim huzur değil, tedirginlikti. Çünkü bu manzarayı izlediğim yer, eğimli bir uçurumun en ucuydu. Ayakta dengede kalamayacağımı anlayarak yere çöktüm. Uçurumun ucundan uzaklaşmak istiyordum ama sanki görünmeyen bir el beni oraya mıhlamış gibiydi. Korkuyordum. “Bırak kendini, boşuna debelenme,” dedi ses. Panik, içime zift gibi yayıldı. Sırtımı sıvazlayan koca bir el gibi beni hafif hafif aşağı itekliyordu sanki rüzgâr. “Hayır, yukarı çıkmak istiyorum,” diye bağırdım. “Düşmek istemiyorum, hayat ne olursa olsun güzel!” Ne kadar bağırmak istesem de sesim çıkmıyordu. “Belki de kaybettiğin ya da ulaşamayacağın her şey aşağıdadır, sal kendini Enes,” dedi. İkna ediciydi.

Sarsılarak uyandım. Terlemiştim. Bir an nerede uyandığımı bilememenin aptallığıyla şaşkın şaşkın etrafa bakındım. İnsan alıştığı yatağından başka yerde uyandığında, birkaç saniye ‘neredeyim ben’ ikilemi yaşıyor. Belki de bunu sadece ben yaşıyorum. Tabi ya, otobüsteyim. Nemli, yağlı şakaklarımı ellerimin arasına alıp ovaladım. Derin bir nefes aldım. İçeride bayat, kekremsi bir havasızlık vardı. Cam kenarında, yanımda oturan genç çocuk bir süre bana baktı. Horlamış ya da çoğu gece olduğu gibi uykumda çığlık atmış olabilirdim. Etrafı suç işlemiş mahcup bir av köpeği gibi utangaç bakışlarla süzdüm. Muavin çocuktan su rica ettim. Memnuniyetsiz, mecburen onayladı isteğimi. Tahta elektrik direkleri hızla arkaya doğru akıp yitiyordu, yolum az kalmıştı.

“Bak bak, abiye bak, abiye” diye söylenir gibi konuştu yandaki kadın. Sözü geçen cümledeki ‘abi’nin ben olduğumu anlayamamıştım. Hemen yanımda, aramızda sadece ince patika gibi uzanan koridor vardı,  bir anne ve çocuğu gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Küçük çocuğun yanakları, az önce ağladığının kanıtı olarak ıslak, tuzlu, parlak izlerle aşağıya doğru çizilmişti. Çok da sevimli görünmeyen, büyümüş de küçülmüş bir ifadesi vardı. Bugs Bunny’de kendisini bebek olarak tanıtan mafya babası bölümünü akla getiriyordu çocuk. Anlamsızca bakıştık. Ellerim terlemişti. Sadece bu cümlenin değil, evrendeki herhangi bir cümlenin ‘abi’si olmak şu an için son tercihim olur diyebilirim.

“Bir daha yaramazlık yapıp ağlarsan abi kızar sana,” dedi annesi ve bana bakıp hafifçe gözlerini açarak başını salladı. Hiç tanımadığım bir çift patlak yabancı anne gözü, yerinde açıldığında ne kadar da ürkütücü bir silah olabilirmiş diye düşündüm. Onu onaylamamı istiyordu. “Di mi abisi? Kızarsın böyle yaparsa.” Çocuk, annesinin yaramazlık olarak tanımladığı manasız eylemlerini o anlık durdurmuş, gerçekten ona kızacak mıyım ya da yaptırım uygulayabilecek konumda mıyım diye çözmeye çalışıyordu. Dünya üzerinde sadece bize özgü olduğunu düşündüğüm bir emrivaki çeşidiydi; yabancı birinden çocuğuna kızılmasını istemek. Nasıl öğrenildi, ilk kim yaptı, sonrasında nasıl bu denli kabul görüp toplumumuzda yaygınlaştı, bilmek mümkün değildi. Avrupa’da böyle bir şey olabilir miydi? Bir Alman, bira içtiği kafede aniden yan masaya dönüp tüm o Alman donukluğuyla: “Çocuğuma kızın, çok yaramazlık yapıyor,” diye bir ricada bulunmuş mudur hiç? Bunun Almanya tarihinde tek bir örneği dahi olduğunu sanmıyordum. Tanıdığım insanlardan bile kaçmaya uğraşırken, tanımadığım insanların birden bire, olmayacak bir yerde, çocuk eğitiminde tıkanıp topu bana atmalarından gerçekten hiç hoşlanmıyordum. Bunu yapabilecek olsaydım şimdiye çocuk sahibi olurdum zaten.

“Merhaba,” deyip gülümseyerek el salladım mafya bebeğe. Karşılık vermedi. Fakat üzerindeki tedirginliği atmış, benim kendisi için tehdit olmadığımı anlamıştı. Benden daha özgüvenli görünüyordu. Tekrar şımarmaya, annesinin karnına ayaklarını vurup tepinmeye başladı. Yavru bir maymun gibi görünüyordu. Annesi, yavrusunu korkutmada yetersiz kaldığım için memnuniyetsiz bir bakış fırlattı bana. Kadına da gülümsedim. Yeryüzünde minik, sevimsiz bir yaratık için bile tehdit oluşturamamıştım.

“Aa, Berke Tuğrul iyice şımardın ama! Abi nasıl kızıyor sana bak! Kızarsın ama böyle yaparsa, di mi abisi?” diye gitgide yükselen ses tonuyla tekrar ve ısrar ile pası bana attı annesi. Kaleci Berke Tuğrul’la karşı karşıyaydım yine. Sakin bir plaseyle bu maçı anneye kazandırabilirdim. Yarı modern yarı dede isimli mafya bebe ve annesi, meraklı gözlerle bana bakıyordu.  Anne sadece meraklı değil, sinirliydi de. Artık çocuğu değil, beni azarlamak istiyor gibiydi. Çocuğuna tehdit unsuru olamadığım için, bana sinirlenmeye başlamıştı adeta. Berke Tuğrul bebek, bir ihtimal kızacak mıyım diye öylece bekliyordu yavrucak. Kızamıyordum. Tanımadığım birine hiçbir gerekçe yokken, üstelik yetişkin bile değilken nasıl kızabilirdim? İyiden iyiye terlemiş, sıkılmış, belki de kızarmıştım. Yavru mafya maymun, şımarmaması için yaratılan koşulların kof çıktığına emin olunca iyice zıvanadan çıkarak hem bağırıp hem tepinmeye başladı. Artık ultra zulüm moduna geçmişti. Annesinin bakışları ve dişlerini sıkmasından, yavrusunu biraz sonra basket topu gibi otobüsün koridorunda fırlatacağı izlenimine kapılıp korkmaya başladım. Öfke her an bana da sıçrayabilirdi.

“Berke Tuğrul yemin ederim veririm seni şimdi bu adama, kaçırır seni bak!” diye bağırdı kadın. Gözü dönmüştü. Tuğrul bebek olmasa da ben korkmaya başlamıştım. Sorumluluğumu yerine getiremeyince kadın ipleri tamamen eline almıştı. Beni dâhil etmeyi düşündüğü diyaloğun senaryosunu değiştirerek monolog haline getirmişti ve korku öznesi yine bendim. Artık abi değil, adam olmuştum. Mafya bebek ürkek gözlerle bana döndü. Şimdi de onu kaçırıp kaçırmayacağımı bilmek istiyordu. Sanki gözlerinde biraz da olsa, az önce kızamamış adam nasıl kaçıracak’ın rahatlığı da var gibiydi. Bir süre ifadesizce bakıştık. Kaşlarımla ‘yok kaçırmam’ manasına geldiğini düşündüğüm bir hareket yaptım. Bir süre küçümser gözlerle bana bakıp tekrardan tepinmeye başladı.


Dar kaldırımda ağır ağır yürüyorum. Cuma ezanı, son ses müzik açmış bir ergen düşüncesizliğinde, otogarda çiğ çiğ yankılanıyor. İçimde, tam göğüs kafesimin altında, patlamak üzere olan bir yanardağ vardı sanki. Serin, sisli havayı derin derin içime çekip bir nebze olsun rahatladım. Hafif hafif yağan kar, trafik tabelasına sürtünen tombik kedi, sevdiğim şarkının kulağıma çalınması; hiçbiri içimde minik bir kar tanesi kadar heyecan yaratmıyordu.  Cadde, reklam panolarıyla zevksiz şehir içi minibüsleri gibi süslenmiş, ışıl ışıl parlıyordu. Dükkânlar; kar küreleri, kırmızı iç çamaşırları, geyikli kazakları ve plastik çam ağaçlarını almak zorunda olduğumuzu söyleyen kocaman yazılarla doldurulmuştu. Plastik çam ağaçlarının üzerine simli kanserojen süsler astığımızda hayatlarımızın daha iyi olacağına dair bir bağlantı kurabilmiş ve buna herkesi inandırmış olan ilk insanı alnından öpmek istiyordum.

Gökdelen sayılmayacak ama apartmandan hallice, orta karar binanın önünde durdum. Sigaramı sokak küllüğüne basıp, maskeyi çenemden ağzıma çektim. Heyecanla döner kapıdan girdim içeri. İş görüşmeleri, insanın kendini abartıp pazarlaması gereken can sıkıcı, ahlaksızca şeylerdi bana göre. Çıkacağım odayı biliyordum ve saatinde gelmiştim. Bu yüzden danışmaya bir şey danışmadan ve birbirine fısıldayan, hızla önlerindeki klavyelere vuran takım elbiseli ve jöleli insanları görmezden gelerek koşar adım merdivenlere yöneldim. Onların arasında sırıtıyormuşum gibi hissetmiştim. Çocukluğumdan beri aidiyet duygumu sağlayamadığım yerlerde bunu hemen belli ettiğimi ve herkesin dikkatini çektiğimi düşünüp utanırım. Kapının önüne gelince terli avuçlarımı hızlı hızlı pantolonuma silip kuruladım. Kapıyı tıklatmama fırsat kalmadan kendisi açılıverdi.

“Ah, geldin mi Enis,” deyip yapay bir ilgiyle, gülümseyerek bana baktı Alperen Ortakçı. Adımı yanlış söylemişti. Bir yandan siyah bıyıklı, siyah saçlı, dar gömlekli, Osmanlı dizilerinden fırlamış gibi görünen Ortadoğulu bir tipi uğurluyordu.

“Geldim abi, Enes ben merhabalar,” deyip elimi uzattım. Misafirini yolculamanın telaşıyla olsa gerek, tokalaşma girişimimi görmedi. Bir süre havada pantomim sanatçısı gibi manasız bir vücut devinimiyle öylece kaldım. Sıkıntıdan ellerim bir anda yeniden terlemişti bu müşkül duruma. Elimi tam indireceğim vakit, arkasını dönüp elini uzattı.

“Enes gel bakalım,” deyip tokalaştık. Saniyeler içinde tekrar ter içinde kalmış, kurbağa derisi gibi ıslak elim canını sıkmış olacak, adamın yüzü ekşimişti. Görüşmemiz planladığım gibi başlamamıştı. Sabaha kadar uyuyamadığım dün gece, kafamda defalarca oynatarak hazırlandığım seçenekler içinde böyle sevimsiz, güvensiz bir başlangıç yoktu. Nazikçe masasının önündeki karşılıklı iki koltuktan birine beni buyur edip, masasının arkasına geçti. Birkaç saniye hangi koltuğa oturmamın daha iyi olacağını düşündüm. Emin olamıyordum. Hiçbir zaman emin olamazdım. Sol profilden daha iyi görüneceğimi düşündüğümden soldaki koltuğa oturdum.

“Ne içersin Enes,” diye sordu. “Enes’ti di mi?”

“Evet abi,” dedim. “Bir çay alayım zahmet olmazsa.” Çayları sipariş ederken önce ofisini, sonra da Alperen’i süzdüm. Yarım kutu jöleyle yatırılmış saçlarıyla, Yılan Hikâyesi dizisiyle büyümüş bir Y kuşağı üyesi olduğunu belli ediyordu. Alınmış kaşları, sakalsız parlak yüzü, dar pembe gömleğiyle feminen ama aynı zamanda kıro olmayı başarmış itici bir tipti. Çok geçmeden çaylarımız geldi. Gerginliğimi dağıtmak istercesine, bir enstrüman gibi çaldım bardağı karıştırırken.

“Sen Alptemoçin abinin nesi oluyordun Enes’çim? Konuştuk ama ben unutuyorum kusura bakma,” diye sorup çayından gürültülü bir yudum aldı.

“Eniştemin bir aile dostu olur,” dedim. “Yani ablamın erkek arkadaşının, çok yakın bir dostu oluyor.” Referans verdiğimiz isimle yakınlık bağım, sesli söyleyince beni bile ikna etmemişti. “Epey yakın bir dostu eniştemin ama ya,” diye üsteleyip bağımızı pekiştirmek istedim. “Dopdost.” Pekişmiyordu.

“Anladım,” dedi. İlgisizce sağa sola bakındı. “Okulu felan bitirmiştin değil mi, Alptemoçin abi bahsetti bunlardan da ama çok yoğunuz bu aralar Ersin’cim,” dedi.

“Enes,”dedim.

“Yok Alperen,” diye cevap verdi. Birkaç saniye konuşmadan çaylarımızı içtik.

“Yok yani Ersin dedin de abi, Enes ben.”

“Ha kusura bakma Enes. Ne diyorduk? Okul falan?”

“Üç sene oldu abi,” dedim.

“Ne okumuştun?”

“Kimya.”

“Olsun.”

Bir süre sessizlik oldu. Çekmecesini karıştırdı. Bilgisayar ekranına bakarak fareye defalarca tıkladı. Belki de sıkıntıdan, meşgul görünmek için boş ekrana öylesine tıklıyordu. Kaçak bakışlarını birden bana döndürüp:

“Senin bir iki işini attı bana Alptemoçin abi, fena değil Enes. Hoş yani kardeşim. Öyle diyeyim. Şimdi nereye kaydettim diye onu arıyorum ama… Bulacağım iki dakika ver bana. Ama iyi yani, ben hatırlıyorum,” deyip tıklamaya devam etti. “Biz,” dedi. “Biliyorsun iyi bir reklam ajansıyız. Sen de genç, aklı açık, maşallah, müzisyen bir arkadaşmışsın. Hoş reklam jingleları yazıyor dedi bana Alptemoçin abi senin için. Dedim ne kadar güzel abi.” Son çift tık, yazdığım mini melodiyi açmak içindi. Kendi kendimeyken daha çok beğendiğim şarkı, sınamaya tabi olunca kulağıma basit gelmişti. Gerginliğime taban tabana zıt bir neşeyle, bestem birkaç dakika odada yankılandı.

“Hiç fena değil kardeşim yemin ederim,” dedi. Başa aldı. “Akılda kalıcı, yani basit ama akılda kalıcı. İnsanın dillerine dolanıyor.”

“Sağolun,” dedim utana sıkıla.

“Şimdi ben bunu şirketimizin üstleriyle görüştüm Enes. Ayarlayacağım ben bunu, sırada yazılan reklamımıza çünkü kafamda oturdu bu jingle. Senin için bir de abimin hatırı için kardeşim. Olduracağız yani bu işi.”

“Aa çok iyi abi ya,” dedim. İçim ferahlamıştı. Sıkıntım paçalarımdan akıp gidivermişti sanki. Aslında bunu torpil gibi de kabul etmiyordum, içten içe gerçekten iyi ve akılda kalıcı melodiler yazdığımın farkındaydım. İyiydim bu işte. Hak etmediğim bir iş değildi. “Peki abi koşullar ne olacak,” dedim çekinerek, kısık sesle. “Alp abiyle de konuşmadık da bunu biz. Dolayısıyla koşullardan haberdar olmadan geldim buraya ben. İşe de ihtiyacım vardı epey, duyunca geldim yani…” Kötü bir şey söylemişim gibi sesim gitgide azalmıştı.

“Şimdi kardeşim,” dedi. “İnan olsun ki bunu ben senin için ve Alptemoçin abi için yapıyorum. Yani böyle bir kadrosu yok şu an şirketin. Ama güzelce sen burada gönüllü olarak bizim bünyemizde bir süre bulun. Bir altı ay yedi ay bakalım duruma. Sonra atıyorum burada olmasa bile senin CV için en kötü, bulunmaz fırsat olur sana burası, yemin ederim. Piyasada çok saygındır firmamız. Ayrıyetten de, bak bunu yeni giren kimseye yapmıyorlar ama kıyafet çeki ayarlayacağım sana. Aylık kıyafet çeki, alışveriş soundu,” deyip göz kırptı.

“Nasıl,” dedim. Afallamıştım. Yüzümde şaşkınlığın verdiği çizgilerle komik ve acınası bir ifade oluşmuştu, hissediyordum. Herhangi birinin acımasına gerek kalmadan, o an kendi kendime acıdım. Gözümde değersizleşmiştim. Ümit ettiğim ve karşılaştım koşullar arasındaki uçurumu zavallıca buluyor, kendi saçımı okşamak istiyordum.

“Hangisi nasıl,” dedi. “Bir sürü şey anlattım komple mi nasıl, aradan herhangi birine mi nasıl dedin anlayamadım kardeşim.”

“Alışveriş çeki mi?”

“Herkese yapmıyoruz bunu, hatırına.”

“Abi yazdığım besteleri bedava olarak reklamlarınızda kullanmak mı istiyorsunuz siz şimdi yani?”

“Şimdi öyle değil,” dedi. Ciddileşmiş, alınmış hatta kızmış gibiydi. Öksürüp boğazını temizledi. Bir anda benden tamamen uzaklaşmıştı. “Ayıp ediyorsun, ayrıca bedava değil stajyersin sen, alışveriş çekin olacaktı mis gibi. Ben seni çağırmadım ilanla falan Enes kardeş. İnsanlar burada staj görmek için, adımız geçsin firmanın bünyesinde diye kendini paralıyor.” Bilgisayarını kapadı. Yüzüme bakmıyor, boşluğa konuşuyordu. “Bir süre firma elemanını dener, gönüllü olarak bünyesinde misafir eder. Böyledir bu her yerde. Bakıyorum özgeçmişine, 30 yaşında adamsın iş deneyimin yok adam akıllı. Firma baştan bir deneyecek bakalım seni Ersen. CV’nde bir tane bak, düzenli, kurumsal iş yok. Kaldı ki bizim sektörden bambaşka bir şey okumuşsun. Yani teknik bir yatkınlığın yok. Ben senin gönlün olsun, işine yarasın, sana kapılar, ufuklar açsın diye şarkını değerlendirelim dedim sana. Bu senin şarkına değer katar, anlatabiliyor muyum? Yani şimdi bu ülkede birçok şey söyleniyor bak Ersin, yok krizmiş yok iş yokmuş falan ama bizim sorunumuz ne biliyor musun? Zafere giden yol çilelidir. Ama bizim gençlerimiz çileyi hiç çekmeden hemen zirvedeki koltuğa oturmak istiyorlar.” Bir an için karşılaştığım tavır ve pişkinlikten, benim yüzümün kızardığını hissetmiştim. Kaldırdığı kaşlarıyla küçümser gibi, yukarı bir tavırla beni süzdü. Tüm iletişim kanallarını kapatmıştı. Hatta hırslanmış, gıcık olmuş, bilenmişti bana. Birden bire kendimi o odada çok yalnız hissettim. Yapayalnız. O kadar ki Berke Tuğrul ve anası gelse onlara bile sarılır, kaçırın beni buradan derdim. Ben kaçıramadım, siz kaçırın.

“Alperen abi müsaadenizle,” dedim. “Ben eserlerimin ücretsiz olarak, karşılıksız olarak kullanılmasını kabul edemem. Yani ben hem dışarı çıkamamaya, faturamı ödememeye devam edeceğim hem de bestelerim bedava çalacak televizyonda. İstemiyorum. Bir yanlış anlaşılma oldu herhalde Alp abiyle de. Kalkayım ben.”

“Sen bilirsin Ersan,” deyip elimi sıktı. Yüzüme bakmıyordu. Sanki o bana değil, ben ona bir kabahat işlemişim gibi tavırlıydı. “Allah’a emanet ol. Ama piyasa böyle inan. Yani bak pandemisi var bilmem nesi var. Öyle hemen gelip ben para istiyorum demekle olmuyor. Önce kendini göstereceksin. Sürekliliğini, takım çalışmanı, efendime söyleyim bağlılığını göstereceksin. Neyse artık. Sana tavsiyem, piyasayı bilen bir abin olarak, bu kafa yapısını bırak. Sana kazandırmaz bu kafa. Ben beş sene para almadan çalıştım, bak buralara geldim çok şükür. Hadi selametle.”

Hızlı adımlarla, söve söve yürüdüm kaldırımda. Ateş basmıştı. Teyzeler yüzüme bakınca –bir tanesi bakarken çık çık çık diye ayıpladı- içimden değil sesli sövdüğümü fark edip sustum. Bugün ne çok utanmıştım. Lezz et adında bir dönerciye girip, yarım ekmek tavuğumu yerken, beceriksiz bir yönetmenin çektiği üçüncü sınıf trajediye benzeyen istikbalime üzüldüm. İşin olmayışı bir yana, kendimi aşağılatmak için telefon faturası paramı otobüs biletine verip buralara gelmiştim. Dönerimin yarısındayken kıvırcık marulun içindeki kıvırcık simsiyah kılı, dişimin arasından çekip alıp tabağın kenarına bıraktım. Keyfimi döner ekmek ile de yerine getirememiş, aksine daha da bozmuştum. Ustayla bakışınca:

“Bir şey mi istedin kardeş,” diye sordu. Elindeki döner bıçağını, bugünkü kırılganlığımla ilgili olacak, tehdit gibi algılamıştım.

“Yok ustam,” dedim. “Eline sağlık.”


Mutfağa dumanı üstünde ekşi tarhana çorbasının hem iştah açan, hem güven veren o büyülü kokusu yayılmıştı. Sobalı evimizdeki çocukluğumun akşam yemeklerini hatırlatırdı bana tarhana. İçime mutluluğa yakın ama daha çok buruk, kırgın, artık ulaşamayacağımı bildiğim şeylerin sıkıntısı dolardı aynı zamanda. Geçmişe özlem, belki de hayal ettiğine çok uzak bir gelecekte yaşayınca olan bir şeydir sadece. Annem tarhananın yanına peynir, süt, lahana turşunu da çıkartıp masaya koyduktan sonra gülümseyerek karşıma oturdu.

“Ne iyi ettin geldin. Kaç hafta oldu özledik oğluşumuzu,” dedi. Şapırtılı bir yudum aldım çorbadan. Biberle domatesin tadı sanki iliklerime işlemişti.

“Öyle işte ne zamandır gelemeyince, geleyim dedim anne,” dedim. “Eline sağlık valla ya, insan kışın başka şey istemez ha.” Lahana turşusunun ağız kamaştıran suyunu çeneme dikip içtim. “Çok güzel olmuş turşun da.”

“Yi kızanım, ilaç bu,” dedi. Bir anlığına, çorbayla turşunun büyüsüne kapıldığımdan olsa gerek, kulağıma çalınan tanıdık melodi televizyondan değil de kafamın içinden geliyor zannettim. Annem benden önce fark edip heyecanla televizyonun sesini açtı.

“E yavrum bu senin müziğin değil mi çocuğum,” dedi. Benim şarkımla gülümseyerek gofret yiyen, Noel anne kıyafetleri içindeki güzel kadına baktım. Ne kadar mutlu görünüyordu. “Ay evladım verdin mi şarkılarını reklamlara sen artık? Bunu söylemeye mi geldin anacığına,” diye parlayarak gülümsedi annem. Her koşulda dolmaya hazır olan gözlerini tülbentin uçlarına sildi. Ağzım açık, öylece televizyona baktım. Melodimi benden izinsiz kullanmışlardı.

“Alışveriş çekini kabul edecektik. Kafamı sikeyim,” diyebildim.