Mekanik canavarın ezip geçen paletleri yok etmeye programlanmış, duygusuz dev bir robot gibi; fidanların, böceklerin, kaplumbağaların olduğu koyu yeşilliğin içine daldı. Su kanalı projesinin bir kısmı ormanın tam içinden; ancak bir makinayla bozulabilecek sıklıktaki bakir yabanın göbeğinden geçiyordu. Motorun çıkarttığı korkunç gürültü doğayı rahatsız ediyor, canlıları güvenli bir alana kaçmaya mecbur kılıyordu. Metal canavar ağır ağır, önündeki yaşamı ezerek ilerledikçe etrafa böcekler, kertenkeleler, kuşlar, fareler kaçışıyor, bir kısmı da ezilip ölüyordu. Fakat o fırsatı olmasına ve tüm kıvraklığına rağmen kaçamazdı; yavruları yumurtadan henüz çıkmış genç anne yılan, çalıların içinden tısladı. Can havliyle açılan kocaman gözler üzerlerine gelen, evini bozan gelen iş makinasına kilitlenmişti.

Ekskavatör operatörü bıyıkları henüz terlemiş, esmer bir çocuktu. Göz çevresi ve alnında yaşının çok üzerinde çizgiler vardı. Ağzındaki sigara iğreti duruyordu. Bir yandan güneş, bir yandan motorun ısısından şoför koltuğunda sucuk gibi olmuştu. Bütün bu yaban yeşilliği yüzlerce metre boyunca kazıyacak, belirlenen ölçüde, kanalın genişliğinde derinlikle ormanı bıçak gibi ortadan ikiye bölecekti. Ferdi Tayfur’un sesini iyice açtı. Kepçeyi çalıların içine sokup, toprak yüzeyde kalınca bir tabakayı spatulayla kazır gibi sıyırıp attı. Aynı hareketi bir daha tekrarlayacağı sırada aniden duraksadı. Kepçenin ucundaki bir buçuk metreyi bulan pullu, parlak, yağlı, sudan çıkmış bir balık gibi çılgınca hareket eden şeye baktı. Bir yılan kepçenin dişlisini ısırmış, öylece boşlukta sallanıyordu.

“Vay anasına, kepçeyi ısırmış,” diye kendi kendine söylendi. Bir süre ne yapacağını bilemez vaziyette yılanın dansını izledi. Vakit kaybetmemesi gerekiyordu, zira verilen iş yükünün zamanında bitmesi için öğle molalarından bile onar dakika keser olmuştu. Fakat devam etmek yılanı öldürmek anlamına gelirdi. Başka bir canlının yaşamına saygı duyduğundan değil ama günaha girerim, korkusuyla tereddüde düşmüştü. Sigarasından derin bir nefes çekip camdan fırlattı. Kepçenin ucunda sallanan bu uzun, yağlı, parlak etten nasıl kurtulacağını düşündü.

Kepçeyi hızla aşağı yukarı, ileri geri salladı. Sonunda yılanı yere düşürmeyi başarmıştı. Fakat yılan düştüğünde de kaçmamış, makinanın önüne dimdik kalkıp, filmlerdeki gibi canavara direnç göstermeye karar vermişti. Burası onun bölgesiydi. Bozulan onun eviydi. Ve paletlerin çok yakınında, solucan boyutunda üç küçük yavrusu vardı.

“Hay babanın ölmüşüne,” diye sövdü genç operatör. Bir sigara daha yaktı. Kepçeyi yılana doğru indirdikçe yılan olduğu yerde daha da dikiliyor, kaçmak şöyle dursun; karşısındaki devasa metal eli ısırarak kaçırmaya uğraşıyordu. Belki gider umuduyla birkaç metre daha üzerine sürdü ekskavatörü fakat yılan iyice kızıp ileri atıldı. Yavrularını ezmemesi için olanca gücüyle paletleri hem ısırıyor, hem de kuyruğuyla tokatlar gibi metali dövüyordu. Genç operatör oturduğu koltuktan ayağa kalkıp aşağı baktı fakat bulunduğu açı yılanı görmesini engelliyordu. “Girdi paletin altına yav,” dedi kendi kendine. “Hay seni yılan kere…” Motoru durdurdu. Eline aldığı bir şişe suyla aşağı, paletin üzerine indi. Yılanın üzerine su döküp kaçmasını sağlayacak, sonra da hemen işinin başına dönecekti.

Demir, sıcak paletin üzerinde, çıplak, kirli ayaklarıyla aşağı bakına bakına bakına gezindi çocuk. Yılanı göremiyordu. Belki de kaçıp gitmiştir, diye düşündü. Fakat tıpkı belgesel gibi, av yılanı göremese de, yılan onu sinsice izliyordu. Yılanın kuyruğu verdiği savaşta paletin altında ezilip kopmuştu. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. En doğru zamanı kollayıp, dişlilerin arasından ok gibi fırladı. Metali ısırmaktan yorulmuş çenesi, yumuşacık aşil tendonunu kolayca, sapasağlam kavrayıp saniyeler içinde boşalttı zehrini. Detone, kontrolsüz bir bağırış koptu. Kuru ağaçtaki karga sürüsü ürkek bir gürültüyle kaçıştı.

Avını yaraladığının bilincinde olan yılan tekrar paletin altına, dişlinin arasına girip saklandı. Sonunda ısırığının bir işe yaramasından memnundu.

Çocuğun esmer suratı acıyla buruşmuştu. Gözleri büyümüş, ağzı bükülmüştü. Paletten toprağa atladı. Çalılığın içinden, topallayarak toprak yola çıktı. Esmer yüzü beyazlaşmış, alnı boncuk boncuk terlemişti. Aşil tendonuna uğursuz bir ağrı saplanmış, sancı yavaş zonklamalar halinde yukarı doğru çıkıyordu. Cebinden çıkardığı çakısıyla iki küçük diş izinin olduğu yeri kesip kanattı. Üzerine su döküp ovaladı. Canı yanınca ağzından yine istemsiz, küçük bir çığlık fırladı. Titrek elleriyle telefonunu çıkarıp kulağına götürdü.

“Alo, Hazer usta, yetiş usta yılan soktu beni ayağım kopuyor ağrıdan!”

“Lan nerede buldun yılanı?”

“Abi sorma, başım dönüyor. Yusuf’un servis aracıyla gelin alın beni. Sarpdere’nin oradayım, kanalın başında. Yola çıktım. Gelin alın beni usta,” dedi.

“Tamam hemen geliyoruz,” dedi Hazer usta.

Başı dönüyordu, toprak yola çöker gibi oturdu. Cırcır böceklerinin kesintisiz seremonisi dışında çıt ses yoktu. Az önceki huzur bozan makina gürültüsü ve çığlık yerini ölümcül bir sessizliğe bırakmıştı. Hazer ustanın gelişi en iyi ihtimal on beş dakikaydı. Ağlamaklı bakışlarla etrafta bir insan, çoban arandı. Güneş tepesinde sarı, öfkeli bir top gibi parlıyordu. Ara ara esen rüzgârın kaldırdığı tozlar terli yüzüne yapıştı. Başı dönüyordu. Kulağında çarpan kalp atışları gitgide hızlanıyor, derin, telaşlı soluklar alıp veriyordu. Toprak yolda karşıdan karşıya geçen büyük bir kaplumbağa durup bir süre yerde oturan genç adama baktı. Sonra ağır ağır yoluna devam etti.

Dilini hızla dışarı çıkartıp tehlikeyi yokladı yılan. Etraf sessiz görünüyordu. Sürünüp çıktı paletin altından. Yuvasının üzerindeki bu canavara karşı amansız bir mücadele verdiği için gururluydu. Fakat süründükçe arkasında kalın, kızıl bir iz bırakıyordu. Yarası ölümcül olabilirdi, bunun farkındaydı. İki küçük yavru annesinin yanına geldi. Anne yılan, birden mücadelesindeki kaybın sadece kuyruğundan bir parça olmadığını fark etti: Üçüncü yavrusu paletin altında ezilip parçalanmış, demir dişlilerin arasından öylece sarkıyordu. Kaybedecek, yas tutacak vakit yoktu; canavar sessiz de olsa hala bölgesindeydi. Burayı terk etmekten başka çare yoktu. Toprakta bıraktığı koyu kızıl izle, iki yavrusuyla beraber oradan uzaklaştı. Ölmeden önce onları güvenli bir bölgeye götürmeye kararlıydı.